Göç Divanı Değerlendirme Makalesi - 3: Geçmiş hicretlerle günümüz iltica göçlerinin farkı- Dr. Ruslan Yusupov

From HizmetWiki Türkçe (Açık)
Jump to navigation Jump to search

Muhterem Zeki Sarıtoprak hocamın göç ve muhacirlik üzerine yazdığı makalesi günümüz açısından çok sıcak bir konuyu işlemektedir. Bu konu İslam aleminin şu andaki perişan durumunu da gözler önüne sermektedir. Şu anda Ukrayna savaşını istisna edersek dünyada olan mülteci sayısının çoğunluğunun Müslümanlardan oluştuğunu hemen görmüş oluruz. 20. asrın tarihine bakarsak Müslüman ve mülteci kimliklerin örtüşmesi ilk önce Filistinlilerde gerçekleşti. Onlardan sonra ise Rusya'dan Türkiye'ye kaçmış olan Tatar muhacirleri, daha sonra da Rohingya halkı ve Yemenli mülteciler geliyor. 21. asırda da Müslüman kimliğini taşıyan mültecilerin sayısı artmaya devam ediyor. Bunların içinde ilk önce Darfurlu Sudan Müslümanları, sonra Suriye halkı mültecileri geliyor. Hizmet Hareketi mensupları olarak bizlerin şu anda tecrübe etmekte olduğu mülteci krizini dünyada birçok Müslüman topluluğu senelerce ve kuşak kuşak yaşamıştır ve yaşamaya da devam ediyor. Böyle bir realite ile karşı karşıya bulunan Hizmet insanlarının göç olgusunu nasıl değerlendirmeleri gerektiği konusunda Muhterem Sarıtoprak hocamızın kaleme aldığı yazısı çok önemlidir. Makalesini okuduktan sonra idrake yansıyan birkaç tane fikrimi paylaşmak istiyorum.

Hocamız makalesinde ilk önce Kur’an-ı Kerim'deki ayetlerden başlayarak İslam tarihine ait olan örnekleri serd ediyor, sonra Orta Çağ İslam Hukukunun hicret ve muhacir konusunu çok detaylı bir şekilde işlediğine parmak basıyor, onlardan sonra da günümüze gelip birkaç tavsiyede bulunuyor. Mesela, birinci tavsiyesinde Orta Çağ İslam hukukçularının geliştirdiği teori ve kavramların günümüz mülteci krizinin sorunlarına yeterli cevapları veremediğini söylüyor.

Şahsi kanaatimce bu çok önemli bir tespittir. İlk önce, şu anki zamanımızın nasıl bir hüküm, kaide ve vizyona muhtaç olduğunu daha iyi anlamak için Orta Çağ zamanından nasıl bir farklılık söz konusu olduğunu iyi tespit etmemizde fayda var. Bunun en açık örneği ise hocamızın metninde kullandığı söylemde buluyoruz. Bu söylem içinde Orta Çağ alimleri göç ve mülteci hukuku üzerine konuşurken bugünkü zamanımızda bir mülteci krizinden bahsediyoruz. Bunun en büyük sebeplerinden bir tanesini de kendi açımdan şu andaki iktidarların orta çağ iktidarlarından çok farklı olmasında buluyorum. Klasik devir ve orta çağ vakitlerinde büyük imparatorluklar zamanında sınırlar çok genişti, halkın çoğu köylüydü, iktidar ile insanlar arasındaki ilişki çoğu zaman vergi ödemekten öte geçmiyordu. Bu açıdan bakarsak, Kur'an-ı Kerim'in göçü gerektiren zulüm ve baskı şartları belki de birçok köylü olan halk için sıra dışıydı ve teoriden öteye de geçmiyordu. Yani hicret ve muhacir kavramları insanlar tarafından biliniyordu fakat göç olayı hepsinin başvurduğu bir durum değildi, zira savaşlar lokal idi ve baskın olayı da padişahın uzak olmasından dolayı o kadar yaygın değildi.

Modern devlet ve iktidar çağımızın bu tarih misafirlerinden en büyük farklı zulmün, zayıflığın ve acizliğin çok farklı boyutlarda gelişmiş olmasıdır. Krizin ana sebeplerinden bir tanesi de bu olsa gerek. Yani orta çağ hukukçuları göçü sıkıntılı fakat olasılığı ihtimal olan yolculuk olarak görmüşler, şu anki zamanda ise göç ve mültecilik artık normalleşmiş bir zaruret haline gelmiştir. Bunu Hizmet hareketinin tarihinde --- ki eğer böyle bir tarih varsa bunun yazılması lazım --- görebiliriz.

Hizmet hareketinin birçok mensubu doksanlı yıllarda ve krize kadar diğer ülkelere giderken uçaklara biner ve niyetlerini tazelerken kendi hicret yolculuklarını dini bir vecibe olarak görürlerdi. Yani onlar için bu, tabiri caizse, bir farz-ı kifaye ibadeti olarak algılanıyordu: isterlerse ya da izin verilirse memleketlerine gidebilirlerdi, yollar açıktı, risk, yolda çıkabilecek bir arızadan ibaretti. Ne var ki bu ibadet olarak görülen, bir parça kurumsallaşmış olan ve içinde gurbet içeren fakat bir o kadar da onur ve gurur veren bir ibadet şekli bu zamanda onuru kıran zarurete ve toplumsal krize dönüştü: yol tekleşti, gidilecek yer belirsiz oldu, uçak vasıtası ise nehir geçmesine dönüştü, sınırda bekleme vakti dakikalardan aylara uzadı, hicret niyetleri ise ya serbest kalmanın ya da canlı kalmanın tek yakarışı oldu, risk çoğaldı, hicret sığınmaya dönüştü. Tabiri caizse önceki vakitte kişisel bir seçim olan başka bir devlete hicret, şu anki zamanımızda kendi memleketimizden toplumsal bir kaçışa dönüştü. Muhterem Sarıtoprak hocamızın dediği gibi, bu zamanın göç ve mülteci krizini çözmek istiyorsak, İslami arşivimizi açıp bu noktadan bakmamız ve fikir üretmemiz lazım.

Mesela, hocam makalesinde İslam tarihinde ilk yıllarında gerçekleşen 3 hicret yolculuğundan bahseder. Bunların ilki Taif şehrine gidilmiş bir hicretti ve o hicret saldırmaya yakalamakla neticelendi. Taif şehrinin böyle bir tutumu Efendimizin yüzünün kanamasıyla ve Cebrail'in gelip kendisinden beddua isteğinde bulunmasına sebep oldu. İkinci göç Habeşistan'a olan göçtü ve oradaki en önemli faktör göç edenlerin Müslüman, misafirperverlik sağlayanların ise Hristiyan olmalarıydı. Üçüncü göç ise Efendimizin meşhur Mekke'den Medine'ye gidişi idi. O hicretin önemi o kadar büyük ki hicri takvimin başlangıcına sebep oldu.

Klasik hukukta ve orta çağ İslami hukukunda genel itibariyle referans olarak alınan ve birçok hükümlere neden olan hicret bu hicrettir. Müslümanlar olarak bizler de tarihimize ve Efendimize saygımızdan dolayı birçok önemli hadiselere yol açan bu Mekke Medine hicretini öğreniyor, öğretiyor ve hicretin olması gereken bir formu olarak kabul ediyoruz. Belki de bu tarihimizde gidip orada referans aramanın alışılagelmiş bir metodudur. Fakat perspektifimizi değiştirsek ve bu zamanki şartlardan tarihimize baksak farklı bir dinamik ortaya çıkar diye düşünüyorum, zira modern devletleri bu zamanda o kadar da misafirperver gözükmüyor.

Modern dünya iktidarı sınırlarını polis gücüyle kontrol etmekte, pasaport alma şartlarını güçlendirmekte, güvenlik düşüncelerini baz almakta, İslamofobiyi standart olarak almakta, mülteciyi ötekileştirip dışlamakta, ve genel itibariyle de kendi vatandaşlarından dahi şüphelenmektedir. Bu durum tarihimizden en çok bildiğimiz Medine hicret seferini ne yazık ki arkaya atıyor ve olağanüstü tarihsel bir vaka olarak geçmişe kapatıyor. Elimizde ise daha çok hep marjinal olarak saydığımız Taif hicretini model olarak gözümüze vurduruyor. Sanırım Muhterem Sarıtoprak Hocamızın ilk tavsiyesinde vurguladığı ortaçağ hukukçularının ve şu anda bulunduğumuz durum arasındaki büyük uçurum değilse de en azından bariz bir farklılığı tespit etmiş oluyoruz. Şahsi kanaatim bu açığı doldurmamızın bir yolu geniş ve zengin İslam tarihine yeni bir arayışla girmemizdir. Mesela, fitne yıllarında Efendimizin torunu olan Hazreti Hüseyin'in önce Mekke'ye sonra ise kimseye söylemeden sessizce Kufe'ye gidişi Medine hicretini örneklemiş olsa da hicretten çok farklı gözüküyor.

Biz bunu mülteci sığınması olarak görebilir miyiz? Görebilsek de o zamanki bütün dinamikleri ve bize bakan yönü ile nasıl bir örnek teşkil ettiğini bütün ayrıntılarıyla ne kadar biliyoruz? Evet, hocamın da referans olarak kullandığı Bediüzzaman Hazretlerinin bir sözü var: “Bu dünya bir misafirhanedir.” Başka bir yerde ise Bediüzzaman Hazretleri “Söylediğin her şey doğru olmalı fakat her yerde her doğru söylenmez” diyor. Bu sözün arkasındaki mantığı misafirhane söylemine uygularsak ortaya şöyle bir durum çıkıyor: “Bu yeryüzünde her yer misafirhanedir fakat her yer misafirperver değildir.” Bu bizi üzerimizden soğuk sular akıtabilecek bir realite ile karşı karşıya bırakıyor. Bu konuda Zekitoprak Hocamızın dediği gibi üzerimize bir hayli vazife düşüyor.

Tarihimizdeki örnekler bu önemli konunun bir yanı olsa diğer yanı ise kullandığımız tabirlerdir. Mülteci kategorisini kullanırken acaba içine nasıl bir mana yüklüyoruz ve o mana yüklerken de karşımıza imaj olarak hangi kimlik çıkıyor? Aramızda mülteci ya da muhacir kimliğine sahip olan insanlara bakarsak hemen görürüz ki 2 yaşında olan çocuktan tutup 50 hatta 60 yaşında olan insanlar var. Demek ki, bela ve musibet insanların yaşı ve cinsiyeti arasında çok ayrım yapmazken, mülteci ve gurbet tecrübesi bu başka kimliklere iç içedir ve davranışlarımız da onlara göre şekillenir. Hocamızın son noktasında değindiği sıkıntının ve travmanın oluşumu bu değişik kimliklerin kesişmesini de oluyorsa ihtiyaçlarımız da ona göre şekil alır. Muhterem Zekitoprak hocamızın makalesini okurken aklımda hep “Acaba muhacirlerden bahsederken kimi düşünüyor” diye sorum vardı. Evet, 10 yaşındaki kız çocuk mülteci tecrübesi, 40 yaşındaki olan bir erkek mülteci tecrübesinden farklı olacaktır. Bir anne mülteci tecrübesi bir şeker hastası olan dede mülteci tecrübesinden farklı olacaktır.

Değişik kuruluşlarda çalışan ve bu harekete mensup olan bizler şayet bu değişik kategorilere ait olan insanların üzerinden hepsi mültecidir diyerek tek sepete koyarsak bu hem realiteyi tam olarak açıklamaz hem de İslam dininin ruhuna aykırı olur, zira dinimizin evrenselliği onun ilk önce spesifik olmasından kaynaklanıyor. Mesela, namaz, oruç, zekat, ve hac ibadetlerini maddi duruma göre, cinsiyete göre, ve değişik şartlara göre incelerken bu ibadetler aynı kalmasına rağmen farklı farklı şekiller alır. Mülteci krizine ciddi cevap vermek istiyorsak bu krize yakalamış insanların yaş ve cinsiyet farklılıklarını dikkate alarak ona göre çözüm üretmek zorundayız. Bu, meseleyi evrenselliğin misali olan yardımlaşma, iffet ve dürüstlük tavsiyelerinden çok daha öte olan spesifik stratejiler üzerine fikir üretmemizi gerektiriyor. Medyanın son derece gelişmiş olduğu bir çağda yaşıyoruz. Eskiden değişik ülkelerde yaptığımız diyalog faaliyetlerinin stratejilerini birbirimizle paylaşırken şu anda aynı şekilde çözüm stratejilerini ve tecrübelerini paylaşmamız lazım.

Mesela, sohbetlerimizi ilk önce Hoca efendinin notlarıyla ya da videosuyla başlayıp ondan sonra gündeme geçiyorduk. Acaba içinden geçmekte olduğumuz mülteci krizinde üçüncü bir kalem olarak çözüm stratejileri paylaşmayı koyabilir miyiz? Yani her sohbetimizde önce kitaptan bir şeyler okuyup sonra bir yerde güzel tecrübelerle neticelenen bir çocuk mülteci ya da kadın mülteci hikayesini anlatıp ondan sonra gündemlere geçsek neyi kaybetmiş oluruz? Sanırım kriz içinde ve gurbette olan insanların bir araya gelirken ilk önce duymak istedikleri pratik hayattan olan ümit verici misallerdir. Bizler, tabiri caizse, örnekleri kendinden olan bir hareket değil miyiz? Krizden önceki vakitlerde nasıl ki başarılı olan muhacir abilerimizden ve ablalarımızdan bahsedip onlar hakkında kitap yazmışsak ve program yapmışsak, şu anda tabiri caizse başarılı olan mülteci çocuk, kız, abla, nine örneklerine muhtacız. TV kanallarımız ve gazetelerimiz kalmadı, fakat YouTube kanallarımız, web sitelerimiz, dergilerimiz hâlâ var! Onların sayfalarında izni verilen ve uygun olan bir çerçevede bu örneklerden bahsedebilir miyiz? Bu farklı bir kültürde yaşamak zaruretini duyan mülteci ve muhacir insanların aidiyet duygusunun geliştirmesi için bir yön verir ve Sarıtoprak Hocamızın vurguladığı asimilasyon olmadan entegre olmak amacının içini de doldurmuş oluruz.