Demokrasi ve Katılımcılık Divanı Ana Makale: Demokrasi'ye Katkının Reel Anlamı ve Hizmet Hareketi Örneği

From HizmetWiki Türkçe (Açık)
Jump to navigation Jump to search

Prof. Dr. Şammas Salur

Giriş Niteliğinde Birkaç Söz

Bu yazı yarı akademik bir deneme yazısıdır. Yazıda konu edilen düşünceler subjektif olabilirler. Dolayısıyla bir ispata yönelik düşünceler değildirler. Yazının bu şekilde yazılma nedeni en başta tartışmaya kapı aralamayı amaçlamaktır. Yazıda alıntılar varsa da bunlar dipnotlarla gösterilmemiş, ancak alıntıların nerelerden yapıldığı belirtilmiştir.

Demokrasi ve Hizmet Hareketi Üzerine Bazı Notlar

  • Bu yazıda demokrasinin olmazsa olmazlarından olarak altı çizilmesi gerekli olan nokta iktidarı sınırlandırmak (sadece siyasal iktidar değil toplumsal, bürokratik, sivil her türlü iktidar kastedilmektedir), iktidarın nasıl sürdürüleceği ile ilgili kuralların benimsenmesi ve iktidarın belirli prosedür dahilinde devredilmesidir. “Türk demokrasisinin” Batılı modern demokrasilerden en temel farkı iktidarın devri konusundaki uzlaşmazlıklardır. ’Muhafazakâr zihniyetin’ ?! (özellikle elitist cumhuriyetçilik; daha az olarak mutaassıp dindarlık) bu konuda söyleyebileceği çok fazla sözün olmadığını kaydetmek gerekmektedir.
  • Düşünce olarak bir evrensel demokrasi ve evrensel demokratik kurallardan söz edilebilse de sistem olarak evrensel bir demokratik sistem inşa etmek imkân dışıdır. Evrensel demokratik prensiplerin evrensel düzlemde değil ancak ulusal düzlemde bir demokrasi inşasında kullanıldıklarını kabul etmek gerekir.
  • Günümüz demokrasilerine demokrasinin imkânlarının dışında bir anlam yüklememek için ’sınırlar içinde bir demokrasiden’ söz etmek uygundur. Çağdaş batılı liberal demokrasiler bir yandan özgürlük ve eşitlik gibi birtakım ilkeleri savunmakta, demokratik dünyada bireylerin örneğin sosyal, ekonomik ve kültürel özgürlüklerinden söz etmekte ama bu liberal sistemin ürünü ve uluslararası hukukun önemli kaynaklarından olan 1966 tarihli Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi hemen sınırlar içerisine işaret ederek bütün yükü taraf devletlerin sırtına yüklemekte bu hakların etkili bir biçimde kullanılabileceği bir sistem üzerine tartışma yapmamaktadır.
  • Sosyal hareketler bazı hedefler üzerinden doğup yükselirler. Ancak her sosyal hareket bünyesinde bir ideoloji, bir demokratik ideal ya da çok uzun doğru/yanlış listeleri bulundurmayabilir. Bunun basit nedeni birçok sosyal hareketin pratik sorunlar üzerine eğilmesidir. Dolayısıyla süreç içerisinde birtakım değişikliklere, uzlaşmalara, toplumsal olayların yol göstericiliklerine ve benzeri etkilere açıktırlar. Hizmet Hareketi’ni de bunun istisnası olarak görmemek gerekir.
  • Hizmet Hareketi başlangıcında demokrasi ya da benzer ideallerle yola çıkmadı ancak hedefi yine birlikte yaşamaydı. Bir diğer deyişle aslında bir birlikte yaşayabilme projesiydi. Bir takım uzlaşmaz görünen rakipleri ve sorunları olsa da. Bu anlamda birlikte yaşama ideali içerisinde bugünkü modern demokrasinin özü somut biçimde yer almaktaydı.

Genel Olarak Demokrasi Üzerine

Demokrasi düşüncesi günümüz dünyasında en azından retorik düzeyde hemen herkes tarafından kabul gören bir düşünce halini almıştır. Bugün en despot rejimlerden en marjinal sistemlere kadar demokrasi kategorik olarak reddedilmeyen bir sistemdir. Öyleyse kargaşayı önlemek için öncelikli olarak yapılması gereken demokrasinin temel ilkelerini ele almaktır. Bu ilkeler nelerdir: Katılım, eşitlik, hesap verebilirlik, tolerans, şeffaflık, çoklu parti sistemi, kontrollü güç kullanımı, bağımsız medya, anlaşma yapma ve ekonomik inisiyatif özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, ifade özgürlüğü, dilekçe hakkı, özgür, adil ve belli aralıklarla tekrarlanan seçimler (seçimle gelenin seçimle gitmesi ilkesi), bağımsız mahkemeler ve belki de en önemlisi günümüzde demokrasinin en temel kurucu ilkesi olan hukukun üstünlüğü ilkesi. Bu ilkelerden çıkarabileceğimiz en temel sonuç ise birlikte yaşanılan diğer insanlara (sadece ulusal düzeyde değil kozmopolit düzeyde de) saygıdır.

Bu ilkelerin birçoğu bir erdem ya da fazilet olarak karşımıza çıkmakta, bazı karmaşık tarihsel süreçleri ve gelenekleri de içermektedirler. Ancak özellikle geçtiğimiz yüzyılın başlarında oldukça popüler olan antropolojik araştırmalara baktığımızda, bunlar bize insan rasyonalitesinin (makuliyet, akla yatkınlık) hemen hemen dünyanın birçok yerinde benzer biçimde işlediğinin fotoğraflarını verdiler. Özellikle Malinowski, Mauss, Radcliffe Brown gibi antropologlar, farklı yöntemler kullanıp toplumsal süreçleri farklı okumuş olsalar da insan rasyonalitesinin benzerliğinin altını çizen çalışmalara imza attılar. Kanaatimce demokrasinin temel ilkelerinin bir rasyonalite üzerinden benzerlik gösterebileceğinin bir desteği olarak bu çalışmalara atıfta bulunabiliriz. Demokratik süreçlerin işleyişlerindeki bazı farklılıkların temel düşünce olarak demokrasiye zarar vermeyeceğini varsayabiliriz. Bunu basitçe içi boşaltılmış ve retorik bir durum olarak da düşünmemek gerek. Zira gerçekten de farklı coğrafyalarda belki de önemli oranda tarih ve coğrafyadan kaynaklanan kültürel altyapılardan ötürü demokrasinin içi farklı biçimlerde doldurulabiliyor. Örneğin Rus demokrasisini Batının liberal demokrasileriyle birebir kıyaslayarak ele alamayız. Eşitlik ve denkserlik (fairness) kavramları bu kültürlerde farklı biçimlerde değer verilen kavramlardır. Batıda eşitlik temelde, örneğin kanun önünde eşitlik ya da fırsat eşitliği iken, Rus kültüründe bu bir toplumsal, verili eşitlik düşüncesi gibi ele alınır. (Russian Mentality Dictionary) Bu anlamda Rus düşüncesinin en başından bir veri olarak kabul ettiği eşitlik düşüncesini günümüz liberal demokrasilerinin “fairness” yaklaşımının doğrudan doğruya karşısına koymak bir kıyaslamayı mümkün kılmasa da farklı yollardan eşitlik düşüncesine ulaşmayı hedeflemeleri demokrasiyi kabul açısından sorunlu gözükmemektedir. Dolayısıyla demokrasiyi sadece yapılar üzerinden okumaktansa kültür üzerinden okumak ve farklı demokrasi modelleri üzerine kafa yormak daha tutarlı bir yoldur. Bir diğer ifadeyle demokrasi ile ilgili konuşurken ele alınması gereken kafa karıştırıcı bir soru “ne tür bir demokrasi” sorusudur.

Bugün Batı demokrasilerinin en belirgin vasıflarından birisi temelde liberal bir görüntüye sahip olmalarıdır. Öyleyse demokrasiyi en temelde liberal bir düzlem üzerinden mi ele almak zorundayız? Ya da tüketim miktarı, kalitesi gibi birtakım kapitalist bileşenler üzerinden bir demokrasi tanımı mı yapmalıyız? Eğer böyle kavramlar üzerinden gidecek isek günümüzde önemli oranda taraftar toplayan ve tüketim toplumunun karşısına çıkan çevre konusunu nereye oturtmak gerekir? Tüketim kalitesi bir demokrasiyi de beraberinde getiriyorsa geleceğimizi ve belki de şu anda yeryüzünde yaşayan insanlar olarak bizleri dahi tehdit eden çevre sorunlarına karşı söyleyeceğimiz neler kalmaktadır ve çevre tartışmalarını nereye koymak gerekmektedir? Bu noktada düşünce (ide) olarak demokrasiyi uygulamadaki demokrasiden ayırmak gereklidir. Reel olanı ideal olarak kabul etmek zorunda değiliz. İnsanlar demokrasiye bir fikir olarak taraftar olabilirler ancak uygulamadakini beğenmeyebilirler. Gerçekte demokrasileri besleyen, sağlıklı kılan ve ayakta tutan da demokrasilerin farklı formları arasında ortaya çıkan tartışmalardaki diyalektik düşüncedir. A, B, C ya da D formundaki demokrasiler arasındaki tartışmalardan ortaya hibrit modellerin çıktığı ve bazı ilkeleri önceleyip bazılarını ise daha ikincil pozisyonlara ittiğinde şüphe yoktur. Bu anlamda demokrasiler diyalektik sistemlerdir.

Hiç bir kimsenin istediğinin yüzde yüz olmaması ama herkesin istediklerinin bir kısmının belirli oranlarda gerçekleşmesi demokrasilerin en açık özelliklerindendir. Bu anlamda demokrasiler total düşüncelerden ayrılmaktadırlar.

Modern Demokrasilerin Kültürel Altyapıları

Peki modern demokrasi yeryüzünde nasıl ortaya çıktı? Elbette burada Atina demokrasisi üzerinde ya da şehir devletleri üzerinde durmak çok anlamlı değildir. Ya da 1215 Magna Carta Libertatum’un günümüz demokrasilerinin gelişimine katkıları üzerinden yürümek oldukça vakit alıcı olur. Habeas Corpus ilkesinin benimsenmesinin demokratik gelişimin özellikle temel insan haklarının kapsamını genişletmesinin üzerine eğilmek de belki konuyu fazla dağıtmak anlamına gelebilir. Ancak özellikle üç temel belgenin modern demokrasinin gelişimine kümülatif etkisini ve kendilerinden önceki temel demokratik metinleri de kapsadığını söylemeden geçmek eksikliğe neden olur. Bu üç temel modern metin Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Fransız Yurttaş Hakları Bildirisi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’dir. Her üç bildirinin içeriği temel insan haklarının tanınması, ona saygı, eşitlik ilkesi, insan haklarının korunmasına yönelik olarak ele alınan yasal garantiler gibi demokrasinin özünü teşkil eden konulardan oluşmaktadır.

Kısaca bu bildirilerin temellerine ve bu düşüncelerin doğmasına temel teşkil eden durumlara bakabiliriz. Alexis de Tocqueville Amerika’da Demokrasi kitabında sözünü ettiğim düşüncenin doğuşunu ele almakta ve bize geniş bir perspektif sunmaktadır. Bu modern demokrasi düşüncesinin özellikle sosyo-ekonomik ve sosyo-psikolojik temellerine çok kısa olarak değinelim. Öncelikle kaydetmek gerekir ki Amerika’ya olan göç özellikle birtakım baskıların sonucunda doğmuş bir harekettir. Avrupa’daki aydınlanma düşünce alanında alışılmış kalıpların dışına çıkmayı mümkün kılmıştır.

Bunun sonucunda Batı toplumlarında birtakım tartışmalar ortaya çıkmıştır. Her ne kadar Avrupa’daki aydınlanma yaygın olarak dine karşı bir tutum olarak ele alınsa da özünde dinin taşıyıcısı konumundaki kiliseye karşı bir tutumdur. Bu anlamda Avrupa’da ortaya çıkan Protestan dinsel düşünceler özünde bir aydınlanmayı ve itirazı içeriyordu. Bir diğer deyişle Protestanlık içerisinde politik bir muhalefet düşüncesini de barındırmaktaydı. O yıllardaki çekişmeler ve savaşlar bunu bize anlatmaktadır. Ancak azınlıkta kalmaları, politik örgütlenmelerinin zayıflığı düşünce olarak şiddete uzaklığı bu düşüncedeki insanların Avrupa’da tutunamamaları sonucunu doğurdu. Kutsal Roma içindeki Augsburg Antlaşması (1555) ve Fransa’daki Nantes Fermanı (1598) da protestanlara güvenli bir ortam sunamadı. Yeni dünyanın keşfi ve bu dünyalarda özgür, baskıdan uzak, otoritenin emrinden azade olma düşüncesi sonrası kitlesel göçler yaşandı ve bu demokratik düşünce yeni dünyaya taşınmış oldu. Gerçekten de Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne baktığımızda bu yaklaşımın ve insanın temel ve ayrılamaz olan haklarının (yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları) bu bildirgeye yansıdığını görmek mümkündür. Günümüz demokrasilerinin de temellerini oluşturan düşüncenin hem sistem bağlamında hem de bireysel bağlamda bu temel ilkelere dayandığı çok açıktır. Yaşam hakkı prensip olarak kısıtlanamazken özgürlük ve mülkiyet hakları birlikte yaşadığımız insanların da aynı haklarını garanti alma açısından düzenlenir.

Özellikle liberal demokrasilerde aslolan düzenlemedir, yasaklama değildir. Coğrafi olarak korunaklı bir ülkeye göç edilmiş olması ve bu geniş ülkenin imkânları da bu temel hakların yerleşip kurumsallaşmasında etkili olmuştur. Ayrıca psikolojik olarak bir takibat ve baskıdan kurtulmuş olma durumu başkaları üzerinde despotik bir üstünlük kurma düşüncesini de önemli oranda törpülemiştir.

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi bağlamında ele alınması gereken bir diğer nokta ise bu bildirgenin günümüz demokratik kurumlarından birisi olan anayasacılığa öncülük etmiş olmasıdır. Bağımsızlık Bildirgesi’nin öncesi ve sonrasındaki önemli mücadeleler sonucunda ortaya çıkan bazı metinlerin de hem bu bildirgeye hem de hak ve özgürlüklerin güvenceye alındığı bir metin olarak anayasaya etkileri de demokrasinin gelişimi açısından önemli bir süreci anlatmaktadır. Connecticut Temel Yasaları, Mayflower Sözleşmesi, Virginia Haklar Deklarasyonu, 1776 tarihli Pensilvanya Anayasası gibi birtakım metinler temelde birlikte yaşamayı önceleyen ve iktidarı sınırlamaya dönük çalışmalar olarak ele alınabilirler ve anayasal sürecin önemli kilometre taşlarıdırlar. Federalist Paper olarak ün kazanan ve erken dönemde anayasal süreci garanti altına almaya yönelik olarak üç önemli şahıs tarafından kaleme alınmış ve basın üzerinden yayınlanmış metinleri de özellikle kaydetmek gerekir.

Burada altı çizilmesi gerekli olan bir konu da aslında üretilen bu metinlerin İngiliz anayasacılığına benzer bir süreci takip etmiş olmalarıdır. Kısaca söylemek gerekirse her ne kadar Amerikan Anayasal süreci bir metin olarak bir anayasa doğurmuş olsa da İngiltere’deki tarihsel sürece benzer biçimde anayasa olmayan ama anayasalar gibi bağlayıcı gücü yüksek metinlerin anayasallığı garanti altına almış olmaları dünya hukuk tarihinde toplumsal desteği yüksek istisnai bir süreci doğurmuşlardır. Bu anlamda İngiliz anayasacılığının temel metinlerinin de önemlerini vurgulamak gerekir. Magna Carta Libertatum, Habeas Corpus, 1689 tarihli Haklar Bildirgesi gibi önemli metinlerin demokrasinin kurumsallaşması ve günümüze taşınmasında önemli rolleri vardır.

Demokrasi tarihi açısından ele alınması gerekli olan bir diğer güçlü metin de Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’dir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile güçlü bağları ve benzerlikleri olan bildirinin temel vurguları; doğuştan gelen temel insan hakları, yasaların geriye yürümezliği, yasalar önünde eşitlik (eski düzene -ancien regime- karşı somut tavır), suçluluk ispat oluncaya kadar masum sayılma (habeas corpus benzeri bir ilke), düşünce ve ifade (dışavurum) özgürlüğü, yasaların kamunun yararına olması ilkesi, kamusal güç için vergi zorunluluğu ve kamusal gücü kullananların hesap vermesi ilkeleri. Her iki metin de temel haklar vurgusu olsa da Fransız bildirgesinde bir kurulu düzeni reforme edip başka bir yapıyla değiştirme, Amerikan Bildirgesi’nde ise temel haklar üzerinden bir sistem inşası çabasını görmek mümkündür.

Modern demokrasi tarihindeki üçüncü güçlü metnin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olduğunu söyleyebiliriz. Beyannamenin Amerikan ve Fransız Haklar bildirgelerindeki temel demokratik hakları sıraladıktan sonra bazı yeni nesil insan haklarını da ele aldığını söyleyip bu faslı kapatabiliriz.

Hizmet Hareketi ve Yeni Bir Evrensel Söyleme Olan İhtiyaç

Hizmet Hareketi hem Türkiye’de hem de dünyanın hemen her noktasında başarılı eğitim girişimlerine imza atmış ve fiilen evrensel barışa katkıda bulunmuştur. Özellikle etnik ve dinsel çatışmaların yoğun olduğu bölgelerde çatışan kesimlerin çocuklarını aynı sıralarda eğitme başarısını göstermiştir. Bunun sayısız örneği bulunmaktadır. Bu noktaların altı çizildikten sonra güçlü bir manifestoyu dile getirmenin ihtiyacı artık acil hale gelmiştir. Bu noktada Fransız ve özellikle Amerikan insan hakları metinlerinin Hizmet Hareketi açısından altı çizilmesi gereken önemli yanları bulunmaktadır. Hizmet Hareketi kökenleri itibarıyla Bediüzzaman tarafından bir tecdit hareketi olarak inşa edilmiş ve dindarların sosyalleşmelerinde Türkiye’de önemli bir uyanışı tetiklemiştir. Ancak bu süreçte sosyalleşen insanlar da Avrupa’daki Katolik-Protestan mücadelesine benzer biçimde İslam’ın oldukça görüntüsel bir biçimini temsil eden çoğunluk tarafından dışlanmışlardır ve benzer biçimde bir göçe maruz bırakılmışlardır. Hizmet Hareketi’ne gönül verenlerin bu benzerlik üzerinde düşünmeleri gerekmektedir. Burada acil bir ’Abant’a’ ihtiyaç olduğu açıktır.

Türk tarihinde demokrasi tarihinde iz bırakabilecek güçlü metinler bulmak zordur. Burada yine de Tanzimat ve Islahat Fermanları ve Cumhuriyet dönemi metinleri olarak Nutuk ve Medeni Bilgiler gibi eserlerden söz edilebilir. Ancak bu eserler daha ziyade milletten, devletten, ırktan vs. söz etmekte, insan hakları konularına retorik düzeyin dışında kapı aralamamaktadır.

***

Demokrasinin niteliklerini belirleyen ve içini doldurup zenginleştiren haklar Türkiye’de sürekli olarak budanmış ve geriye dönük biçimde bu hakların çiğnenmesi esas olmuştur. Sözünü ettiğimiz demokrasiyi inşa edici nitelikteki hakların en etkili budanma yöntemi kuşkusuz modern Türkiye’deki restorasyon nitelikli darbelerdir. Bu darbeler sivil iktidarlar tarafından, uluslararası sistemin de etkisiyle var edilen ve yasalarla da güvenceye alınan hakları sürekli olarak tırpanlama ve budama görevleri görmüşlerdir. Bu anlamda özellikle kapsamı ve kütlesel nitelikteki uygulamalarına baktığımızda 15 Temmuz’daki darbenin tam olarak bu amaca hizmet ettiğini ve Türkiye’deki demokrasiyi geri dönülmez bir biçimde tahrip ettiğini söyleyebiliriz.

Belki biraz sert bir ifadeyle söylemek gerekirse Türkiye kuruluşundaki anti-demokratik ilkelere (ifade özgürlüğünün kısıtlılığı, tek parti sistemi, çok partili hayata müdahale, örgütlenme özgürlüğünün temelde kısıtlı olması, basın özgürlüğünün olmaması, bir siyasal partinin kamu gücünü kullanması prensibi ve sair) sürekli olarak döndürülme (darbelerle kuruluş ayarlarına döndürülme) sarmalından çıkamamaktadır. Son sözde darbe Türkiye’de faşizmi kurumsallaştırma ve demokrasiyi tamamen yok etme yolunda bir dönemeç olmuştur. Süreci dikkatli okursak hemen her şeyin devlet tekeline alınma isteği demokrasinin sivilliğine yapılan en büyük saldırıdır. Daha açık söylemek gerekirse Abraham Lincoln tarafından demokrasinin tanımı olarak ifade edilen “Democracy is a government of the people, by the people for the people – Demokrasi halkın halk için yine halk tarafından yönetilmesidir.” ilkesi gereğince halka ait olan demokrasi sadece manifest olarak devam etmekte, gerçekte ise sivillikten koparılarak içi tamamıyla boşaltılmaktadır. Bütün bu gerçekliğin dünya kamuoyu önünde önemli platformlara taşınması artık bir zorunluluktur.

Hizmet Hareketi’nin Üç Demokratik Manifestosu: Eğitim, Dünyaya Açılma ve Şiddetsizlik

Hizmet Hareketi’nin demokrasiye katkısını ve sivilliğini anlamada öncelikle eğitim konusu üzerine eğilmek gereklidir. 1990’lı yıllarda Türkiye’de tartışılan en önemli konulardan birisi sivilleşme konusuydu. Özellikle 1945-1990 arasındaki kısa yüzyılın sona ermesi (20. yüzyıl) ve postmodernlik üzerine yapılan tartışmalar devletin sivil alana daha geniş bir inisiyatif sağlaması gerektiği biçimindeki düşünceleri de tetikledi. Belki de Türkiye’de yaşayanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana ilk defa demokrasinin farklı bir biçimde sivillik üzerinden kamuoyu önünde tartışılmasına tanık oldu. Bu bağlamda İkinci Cumhuriyet tartışmalarını hatırlamak yararlı olacaktır. Her ne kadar bazı kötü niyetli kişilerce İkinci Cumhuriyet tartışmaları daha sonra 2002 AKP iktidarının yanında ve Kemalizm’e karşı bir ’karşı devrim’ olarak adlandırılsa ve bir ideolojik karşıtlık kurgulanarak Kemalizm savunmasına dönüştürülse de, işin özünü Soğuk Savaş sonrası sivillik tartışmaları oluşturmaktadır. Zaten bu tartışma da 1991 yılında Mehmet Altan tarafından AKP’den çok önce dile getirilmişti. Konuyu karmaşık ilişkiler üzerinden anlamaya müsait olmayan ya da daha basit biçimde söylersek karmaşık sosyal olayların cevaplarını basit, sloganik ve basmakalıp klişelerde arayan Türk toplumu için bu tartışmalar büyük zihinsel dönüşümlere yol açmadı. Bunun en başta gelen nedenlerinden birisi okuduğunu anlama ve okumalarından anlam çıkarmada yaşanan zorluklardı. Yetersiz ve ideolojik endoktrinasyon tarafı ağır eğitim sistemi Cumhuriyetin ilanından bu yana iddia edilen modernliği üretememiş ve toplumu dar kişisel çıkarlar, mezhepçilik, hemşehricilik, ve sair değerlerin yoğun olduğu yerel düzeyden evrensel bir düzleme taşıyamamıştı. Bu anlamda akademik üretkenliği düşük ve dolayısıyla ürettiği bilginin teknolojik uygulamasının da oldukça mütevazi olduğu Türk eğitim sisteminin başarısız bir proje olduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır. Türk eğitim sisteminin toplumsal kesimleri birleştirici ve uzlaştırıcı bir eğitim veremediği bugün tamamıyla ortaya çıkmış bulunmaktadır. Ders kitaplarının içeriğindeki örtülü ayrımcılık eğitim sisteminin ve müfredatının en önemli açmazlarındandır. Elbette etnik, mezhepsel ya da tarihsel farklılaşma noktaları esas alınarak bir müfredat belirleme modern devletin bir tutumu olamaz ve olmamalıdır. Ancak, örneğin, ders kitaplarında öne çıkarılan metin içeriklerinin, önemli kişiliklerin, pozitif olarak idealleştirilen olayların belirli bir etnisite ve belirli görseller üzerinden seçilmesi ağır bir dışlama ve ayrıştırma ya da farklılıkları tanımama yöntemidir. Halbuki kapsayıcı örneklere yer verilmesi ayrımcılığın değil eşit kabul görmenin ve sonuçta uzlaşma zemininin oluşturulmasına vesilelerdir.

Hizmet Hareketi’nin eğitim üzerine yoğunlaşmasının nedenlerini, belki Hizmet mensupları dahi başka noktalarda arasa da, bu başarısızlığın görülmesi ve insiyaki olarak bu noktaya yönelinmesi olarak açıklamak kanımca doğru bir yaklaşımdır. Bir sistemin başarısı ona olan etkiyi sınırlar ya da tamamen dışlar. Eğer Türk eğitim sistemi gerek uzlaşı oluşturmada gerek akademik bilgi üretme ve aktarmada başarılı olsaydı o sisteme ilgi duymak anlamsız hale gelecekti. Bir diğer ifadeyle bir sistemin başarılı işleyişini beraberinde getiren kendi iç dinamikleridir. İç dinamikleri sağlam olan sistemlere alternatif oluşturmak zor ve anlamsızdır. Hizmet Hareketi’ni eğitim sisteminin eksikliği üzerinden inşa eden ilk nesil, bir toplumsal uzlaşıyı hedeflemiş, sonuçları itibariyle da üreteceği zenginliğin getireceği sükuneti insiyaki olarak hissetmişlerdir. O zamanlarda bu anılmamış olsa da demokrasinin olmazsa olmazı bu uzlaşı ve sükûnet ortamıdır. 20. yüzyılın sosyal antropolojisinde çığır açan bir akademisyen olan Bronislaw Malinowski Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek adlı eserinde sorumluluk duygusu ve yapılan iş arasındaki ilişkinin kütlesel bir haz doğurduğunu gözlemlemiş ve üç kavram; sorumluluk, iş ve haz arasında organik bir ilişki olduğunu keşfetmiştir. Yine aynı eserinde ilkel ya da modern toplulukların rasyonalitelerinin (makuliyet, akla uygunluk) oldukça benzer olduklarını güçlü bir biçimde vurgulamaktadır. Esasen Hizmet Hareketi’nin kurucusunun ve kendisinden önceki öncüllerinin de üzerinde durdukları en önemli konulardan birisi sorumluluk duygusu çerçevesinde bizlere emanet edilen yurda karşı bir görevi ifa etmektir.

Bunun en esaslı yollarından birisinin bilginin üretilme ve aktarılma süreci olan eğitim olduğu açıktır. Gerek antik gerek modern dönemlerde, hatta gerekse bir bakıma ortaçağda dahi eğitim toplumsal biraradalığın, uzlaşmanın ve kohezyonun temeli olarak görülmüştür. Eugen Weber’in Peasants into Frenchmen: Modernization of Rural France 1870-1914 (Türkçeye “Köylülükten Fransız Yurttaşlığına: Kırsal Fransa’nın Modernleşmesi 1870-1914” olarak çevirebiliriz. Kitabın galiba Türkçe’ye çevirisi yapılmadı.) eserinde de Fransız okul sisteminin kısa sürede birleştirici ve dönüştürücü rolünü oldukça geniş kapsamlı bir araştırmayla ele almıştır. Eğitimin toplumda uzlaşma ve biraradalık kültürü oluşturmasının rolünden söz eden bir diğer entelektüel kişilik Alain Touraine’dir. Türkçe’ye “Eşitlik ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?” başlığıyla çevrilen eserinde okulun temel sosyal işlevinin tek tek farklı farklı düşüncelerdeki bireylerin toplumsal düzlemde bir uzlaşma potası içerisinde yerellikten evrensel bir düzleme geçtiğini işlemekte ve bunu okulun sosyo-politik etkisi olarak yorumlamaktadır. Sosyalist dünyada da okulun toplumsal rolü çok sayıda düşünür tarafından güçlü biçimde ele alınmıştır. Ignacy Szaniawski Türkiye’de, Okulun Toplumsal İşlevi başlığıyla yayımlanan eserinde özellikle Batılı eğitim sistemleri karşısında sosyalist dünyada eğitimin iş, meslek ve çalışma hayatının entelektüelleştirilmesinde nasıl rol oynayabileceğin sosyalist aydınlarca ele alınış biçimini aktarmaktadır. Giovanni Sartori Demokrasi Teorisine Geri Dönüş adlı geniş kapsamlı teorik eserinde bu uzlaşı ile ilgili olarak bize sağlam bir temel önermektedir. Sartori bir toplumsal uzlaşının kurulamamasını her bir bireyin bir kavramdan farklı şeyler anlamasında görmektedir. Bediüzzaman’ın “Bazen hasen, ahsenden daha ahsendir.” yani bazen güzel, en güzelden daha güzeldir biçiminde bir yaklaşımı vardır. Yani, iyide fikir birliği, en iyideki fikir ayrılığından daha iyidir demektedir. Sartori’nin de işaret ettiği gibi birçok birey bir konu ya da kavram üzerinde sıradışı güzellikler üretebilirler. Ancak bir toplumsal uzlaşının oluşmaması ve karmaşa, demokrasinin en büyük açmazlarındandır. Dolayısıyla farklı düşüncelerin biraradalığının üreteceği diyalektik uzlaşmanın toplumsal açıdan daha değerli olduğunu kabul etmek gerekir. Bu diyalektik üretim sürecinin en önemli taşıyıcılarından birisinin okul ve eğitim sistemi olduğunda şüphe yoktur.

Eğitimin toplumsal uzlaşmaya etkisi konusunda sayısız örnek bulunabilir. Son olarak bir önemli noktanın daha altını çizip bu konuyu kapatabiliriz. Frankfurt Ekolü olarak da bilinen Kritik Ekolün (Critical School) önemli temsilcilerinden olan Erich Fromm 1964 tarihli bir konuşmasında insanın yapıcılığı ve üretkenliği ya da yıkıcılığı ve yok ediciliği üzerinde durmuştur. İnsanın bir uzlaşma ve birlik arama ihtiyacının doğal bir eğilim olduğunun altını çizen Fromm yapıcılık ve üretkenliğe ve ortaya bir şeyler koyma arzusuna değinmektedir. İnsan doğasında bir şeyler üretme arzusunun olduğunu ve pasifliğin basitçe reddedildiğini ve bu şekilde insan olunduğunu ileri sürmektedir. Fakat bir şeyler üretemeyen, ilgisiz, donanımsız bireylerin yok ederek pasifliğini aşmayı deneyeceğini ve yaşamı yok etmenin de yaşamı var etmek gibi bir eylem olduğunu ileri sürmektedir. Toplumsal uzlaşmayı ve birlikteliği yok edecek bu tutumun bir biçimde ortadan kaldırılmasının okulun uzlaştırıcı toplumsal fonksiyonu ve demokrasinin bir bileşeni olduğu açıktır.

Hizmet Hareketi’nin Türkiye’deki diğer sivil dini yapılardan temel farklarından birisi de bir transnasyonel hareket olmasıdır. Hareket bir süre özellikle 1990’lı yıllarda gerek Hizmet Hareketi’nin kurucusunun sözü edilen yıllardaki vaazlarındaki vurgularından ötürü, gerekse de özellikle ilk yurt dışı açılımlarını post Sovyet coğrafyasındaki akraba topluluklara yapmasından ötürü milliyetçi bir ton taşıması nedeniyle bu konularla paralel hassasiyetleri olanlar tarafından alkışlandı. Ancak tam tersi yönde hassasiyetleri olanlar tarafından da ağır biçimde eleştirildi. Bu eleştirilerin yersiz olduğunu esasen Hizmet Hareketi içerisinde olan insanlar anlasa da eleştirel bakan insanların anlaması belli bir süre aldı. Zira yurt dışındaki Hizmet Okulları’nın ve Hizmet Hareketi’nin faaliyetlerinin farklı coğrafyalara yayılması bu eleştirilerin önünü tıkamakla birlikte Hizmet Hareketi’ne transnasyonel bir boyut da kattı.

Bu konuyu vurgulama nedenimiz 1970’li yıllarda ortaya çıkan ve kısa sürede tüm küreyi kaplayan bir demokrasi dalgasının varlığıdır. Üçüncü demokrasi dalgasının ikinci kısmını oluşturan 1990’lı yıllardaki gelişmeler Hizmet Hareketi için de önemli açılımlara imkanlar sunmuştur. Transnasyonalizm globalleşmenin bir boyutu olarak ele alınabilir. Globalleşme daha çok bir olgusal sürece işaret ederken transnasyonalizm bir iradi süreci de anlatmaktadır. Bu bakımdan Hizmet Hareketi’nin yurtdışı faaliyetlerini bir transnasyonel çaba ve kültürel anlamda bir model sunma arayışı olarak ele almak gerekmektedir. Transnasyonalist hareketler uluslararası karşılıklı bağımlılık getirmesi üzerinden pozitif okunabilecek bir doğaya sahiptirler. Bu anlamda hem ticari hem de kültürel boyutun böyle bir süreci inşa edeceği düşüncesinin altını çizmek gerekir. Özellikle dünyanın geri kalanından soyutlanmış ülkeler arasında gelişen, birbirleriyle bağlantılı bir okullar ağının kurulmasının ülkeler arasında pozitif etkileşime kanal açabilecek bir model sunma çabasını kurumsallığı zayıf ulus devletler için farklı bir demokrasi şansı olarak görebilirdik.

Hizmet insanlarının 15 Temmuz sonrası tepkisi ve şiddete bulaşmaması dünya tarihinin en iyi sivil itaatsizlik örneklerindendir. Sivil itaatsizlik modern demokrasilerin etkili araçlarındandır. Örneğin şiddete bulaşmayan çevrecilik hareketi iyi bir sivil itaatsizlik örneğidir. Hizmet Hareketi mensupları da özellikle 15 Temmuz sonrasında kendilerine uygulanan yasadışı (extrajudicial) şiddete karşı şiddetle cevap vermeyerek demokrasi literatürüne en önemli pasif katkılardan birisini yapmışlardır. Bu belki de Hizmet Hareketi’nin eğitim çalışmalarından daha etkili bir katkıdır. Eğitim hareketi demokrasiye bir üretim üzerinden katkı iken şiddete bulaşmama ise bir şeyi yapmadan ve bir anlamda ’negatif’ üretim üzerinden demokrasiye bir katkıya işaret etmektedir. Zira modern demokrasinin ’kalite eşiklerinden’ birisi de demokrasiyi negatif kavramlar üzerinden de tartışmaktır. Örneğin demokrasinin içeriğini zenginleştiren kavramlardan birisi özgürlükler demetidir. Klasik özgürlükler (pozitif özgürlükler) bir şeyi yapmaya kategorik olarak (başkalarının özgürlüklerini kısıtlamaya yönelen yapma eylemlerinin düzenlenme konusu hariç) engel olunmaması anlamı taşırken bir şeyi yapmaya bir kişinin zorlanamaycağının kabulü negatif özgürlüğün kurucu ilkesidir. Bir analoji yaparsak, insanlık dışı uygulamalarla tahrik edilen ve buna şiddetle cevap vermesi istenilen Hizmet Hareketi mensupları en ufak bir şiddete yönelmemiş ve demokrasinin içeriğine 21. yy.ın başında eylemsizlikle bir katkı sunmuşlardır. Bu anlamda İslam literatüründeki negatif ibadete (haramlardan kaçınma) benzer biçimde bir toplumsal takva örneği göstermişlerdir. Ya da daha güçlü bir biçimde ifade edersek “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler, cahiller kendilerine laf atarsa ‘Selâmetle!’ derler.” - Furkan, 63. (Zorba, mağrur, saygısız, kaba ve haşin değil, sükûnet ve vakar ile, alçak gönüllü bir şekilde, terbiyeli ve nazik yürürler. Etrafa sıkıntı vermezler. Cahillik edenlere çatmaya tenezzül etmezler. (Suat Yıldırım Meali) ayetindeki tavsiyelere uymuşlar ve hafiflik göstermemişlerdir. Bu noktada günümüz gelişmiş demokrasilerinin en açık vasıflarından birisinin kibarlık ve nezaket olduğunu söylemeye gerek yoktur. Paragrafın başında sözünü ettiğimiz sivil itaatsizlik konusuna tekrar dönelim. Sivil itaatsizliğin çok fazla tanımı olsa da kanaatimce en basit ve anlaşılabilir tanım “Bir kişi ya da topluluğun gayrimeşru bir yasaya (Türkiye’de Hizmet Hareketi mensuplarına yapılanlar sadece gayrimeşru değil aynı zamanda yazılı hukuka da aykırıdır.) uymamaları, bunu yaparken şiddete başvurmamaları ve aynı zamanda sonucunda doğacak yasal cezaya da razı olmalarıdır.”. Elbette bu davranış ve eylemsizliğin altında bir felsefe vardır: Kendilerine bu hukuksuzluğu (hatta bazen şiddet) reva görenleri düşünmeye sonrasında utanmaya nihayetinde de yaptıklarından vazgeçmeye sevk etme. Hizmet Hareketi mensupları gayrimeşru yasalara ve keyfiliklere karşı şiddet göstermemekle birlikte söylenilmesi beklenen “Yanlış yapmışız.” sözünü keyfi şiddete rağmen kitlesel olarak ifade etmemekte ve onları utanmaya sevk etmektedirler. Ancak utanmak ve yanlıştan dönmek medeni insanların vasfıdır. Hizmet Hareketi özelinde sözünü ettiğimiz bu durum kavramsallaştırılması gerekli olan yeni tür bir sivil itaatsizlik örneğidir. Belki biraz konu dışı bir noktayı da bu bağlamda vurgulamak gerekir. Bugün Hizmet Hareketi’ne yapılanlar ileride hiç kimsenin benzer çalışmalara girişmemesi adına bir göz korkutma ve sindirme yöntemidir.

Halihazırda Hizmet Hareketi’ni ademe mahkum etmek isteyenler eğitim faaliyetlerini karalarken ’kendi adamlarını devlete sızdırma’ biçiminde saldırgan bir dile kolayca başvurabilmekte, kendilerini merkeze koymakta ve farklı olana tahammülsüzlüklerini dışarı vurmaktadırlar. Bu faşizan dil eğitim faaliyetlerinin bu anlamda demokrasiye bir katkı olmadığını ileri sürebilirler. Ancak şiddete bulaşmama konusunda söylenecek herhangi söz yoktur. Eğer Anadolu coğrafyasında ileride bir demokrasi inşa edilebilirse bunun en üst çıtasını bu hareket tarzı oluşturacaktır.

Son Söz Olarak: Hizmet Hareketi’nin Türk Demokrasisine Katkısını Sınırlayan Açmazlar

Türkiye’de “demokrasinin” istisnailik açmazı: “Ben istisnayım, kurala uymam.” düşüncesi Türkiye’de hemen hiçbir istisnası olmayan bir tutumdur. Bu tutum özellikle de toplumsal kesimler arasında bir kurallar manzumesinin objesi olmama, ‘ötekileri’ kendi kurallarına uymaya zorlama biçimini almıştır. Hizmet’in kuralları herkes için geçerli kılma çabası, özellikle Ergenekon, Balyoz Davaları’nda kendisini riske atması sonucunu doğurmuştur. 17-25 Aralık Soruşturmaları’nda kuralların Başbakan ve çevresindeki kimseler için de dahil olmak üzere herkes için geçerli olduğunu hatırlatması Hizmet Hareketi’nin ‘Türkiye gerçeğinden’ soyutlanması sonucunu doğurdu.

Türkiye’de ‘demokrasinin’ ‘niyet’ açmazı: Bütün sistemler birtakım kurallarla işler. Bir sistemin devamını sağlayan toplumsal düzeyde kabul görmüş kurallar ve bu çerçevedeki yasal külliyattır. Kuralların kabul görmediği bir toplumda Hizmet Hareketi’ndeki ‘naif’ insanların katkı sunması zordu. Türk elitlerinin en temel özelliklerinden birisi, ortaya çıkan hemen her hareket hakkında bir niyet yoklamasına girişmeleri ve sözü edilen yasal külliyatı tamamen paranteze alıp niyetler üzerinden bu yasal külliyatı işletmeleridir. Halbuki kuralların açık olması ve herkes için benzer biçimde uygulanmaları gerekir. Gerçekten de bu konu dünyadaki hemen hemen bütün rasyonel sistemlerin ve rasyonel yönetim teorilerinin olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla toplumsal tabandan doğup Türk ‘demokrasisini’ çoğulculaştırabilecek hemen her sosyal hareket bu niyet yoklamalarıyla budanmakta ve çoğulculuk bir ‘fesat’ kaynağı olarak kabul edilmektedir.

Türkiye’de ‘demokrasinin’ bürokratik sistem açmazı: Modern demokrasiler aynı zamanda iyi işleyen bürokrasiler üzerine inşa edilmiş yapılardır. Türkiye’de bürokratik sistemin inşası toplumun tamamına açık bir yapı olarak düşünülmedi. Mezhepsel ve etnik yapılanmaya bu noktada değinmek yeterlidir. Yüksek askeri ve sivil bürokrasinin yapısı bunun tipik göstergeleridir. Türk bürokrasisi literatürde ‘representative bureaucracy’ (temsili bürokrasi) olarak kullanılan kavramın iyi bir istisnasıdır. Bürokratik sistemin bütün toplumsal kesimleri gözetmesi ilkesi cumhuriyet döneminde uzun bir süre göz ardı edilmiş ya da iyi bir ‘devşirme’ işleminden sonra geldiği kesimden soyutlanan kişiler ‘devlet’ tarafından kabul görmüşlerdir. Hizmet Hareketi’ne mensup ya da yakın insanlar üzerinden üretilen ‘devlete sızma’ edebiyatını hem bir faşizan “Bana helal, sana değil.” yaklaşımı olarak görmek hem de ‘devşiremedikleri’ insanlara ve çoğulculuğa ve farklı seslere yapılan bir saldırı olarak okumak gerekir. Unutmamak gerekir ki demokratik literatürdeki azınlık ya da farklılık kavramı Türkiye’de halen arkaik biçimde anlaşılan bir ‘Lozan azınlığı’ değil, kendilerini ‘öyle’ tanımlamış olanları ve farklılıkları anlatmaktadır.

Türk devletleri tarihte daha konfederatif yapılar olarak ortaya çıkmışlardır. Yani güçlü, kurumsallaşmış devletlerin inşasından ziyade güçlü şahısların etraflarında yoğunlaşılmış ve o şahısların kaybolmalarıyla da kaybolmuş ya da güç merkezleri olarak marjinalize olmuşlardır. Şu anki devlet de bunun istisnası değildir. Zira kurumsallaşmış yapılar (şahıslardan bağımsız ve kurallara dayalı -ki bu bürokrasinin olmazsa olmazıdır- herkesi ve kesimi, dikkate alan yapılardır. Herkesin dikkate alınması ise hakların takip edilmesi, savunulması, iddia edilmesini vs. içerir. Hizmet Hareketi’nin bu herkesi bağlayan yasallığı işleme tarzı ise haklarin ileri sürülüp toplumun bir parçası olacak olan bireylerin sayısını artırmak ve bu insanların sosyal mobilitelerini sağlamakla ilgiliydi. Bu yönteme ülke genelinde bütün toplumsal kesimlere ulaşıp onları sistemin periferisinden merkezine alma çabası da diyebiliriz. Aslında buna benzer tartışmalar demokrasilerin altyapı malzemelerinden olan sosyal mobilizasyon tartışmalarıdır ve eğitim bu mobilizasyonun en etkili aracıdır.

Biyografi

Şammas Salur, 1969 yılında doğdu. Lisansını Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde Siyaset Bilimi ağırlıklı olarak tamamladı. Bir süre yurtdışında İngilizce öğretmenliği yaptı. Sonrasında Fatih Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı ve yüksek lisansını tamamladı. Marmara Üniversitesi’nden doktora derecesini 2005 yılında aldı. Doktora çalışmasında Azerbaycan eğitim sisteminde milliyetçi söylemin ders kitaplarına yansıması ve okullarda ikonografik malzemenin ideolojik kullanımı üzerine çalıştı.