İslam Sanat Düşüncesinde Müziğin Yeri

From HizmetWiki Türkçe (Açık)
Jump to navigation Jump to search

Erkam Aydın

İslam ve Sanat: Temel Kavramlar

Konuya başlamadan önce ‘İslam’ ve ‘sanat’ kavramlarını tanımlamak, temel bir çerçeve oluşturmak açısından önemlidir. İslam, bir inanç sistemi olmanın ötesinde, bireyin dünya hayatından başlaarak ukba (ahiret) hayatını kapsayan bir yaşam biçimidir. Bu sistem, bireyin hem aklı hem de manevi duyularıyla algıladığı ve şekillendirdiği bir düşünce ve kavrayış yapısını barındırır. Düşüncenin yanı sıra, insanın letaifini, yani manevi duyularını da devreye sokarak bir bakış açısı geliştirmesi gerektiği fikri, İslami düşünce ve algılama sisteminin temel özelliklerinden biridir.

Letaif kavramı, insanın zihinsel ve manevi boyutlarını kapsayan unsurları ifade eder. Bunlar akıl, kalp, sır, ruh, hafi, ahfa gibi manevi unsurlar ile Anâsır-ı Erbaa (ateş, toprak, su, hava) ve nefs-i nâtıka (konuşan nefis) gibi metafizik unsurları içerir. İslam düşüncesinde bu unsurlar, salt bir akıl yürütmenin ötesine geçerek mutlak doğruya ulaşma çabasının bir parçası olarak görülür. Bu yaklaşım, geçmişte birçok müminin sanat ve düşünceye katkıda bulunurken benimsediği yöntemlerden biri olmuştur. Ancak burada, insanın dünya hayatının bir imtihan süreci olduğunu unutmaması gerektiği de hatırlatılmalıdır.

Saib-i Tebrizi’nin şu hikmetli beyti bu bağlamda dikkate değerdir: “İnsanın hayatta yaşayacağı en önemli mesele ölüm; ölümden sonra yaşayacağı en küçük mesele de ölümdür.”[1] Bu sözden yola çıkarak, bir birey hayatını şekillendirirken bir takım önlemler, koşullar ve şartlar belirlemesi gerekir. Benzer bir vurgu, Bediüzzaman Said Nursi’nin bir mahkeme savunmasında geçen “Ölümü öldürebilir misin?” ifadesinde de görülür. Bediüzzaman, bir taraftan eserlerinde ölümün insan hayatındaki merkezî rolünün altını çizerken diğer taraftan insanın yaşamda öncelik vermesi gereken temel hususları şu şekilde sıralar: İman, marifetullah (Allah’ı tanıma bilgisi) ve muhabbetullah (Allah sevgisi).[2]

İman, etimolojik olarak ‘güvenmek’ ve ‘samimiyetle inanmak’ anlamına gelir. Kur’an’da ise yalnızca Allah’a ve O’nun mesajlarına inanmayı ifade eder. Genel anlamı ise bir dine ya da yaşam tarzına gönülden bağlanmaktır. Marifetullah, İslam dininde Allah’ı tek ve mutlak yaratıcı olarak tanımayı ifade eder. Hristiyanlıkta ise bu kavram ‘gnosis’ olarak adlandırılır ve hakikatin bilgisine sezgi ve ilham yoluyla ulaşılabileceğini savunan mistik bir anlayışı temsil eder. Örneğin, J. S. Bach ve Beethoven gibi batılı besteciler, eserlerinde bu tür bir metafizik ve manevi arayışın izlerini taşırlar. Muhabbetullah, Allah’a duyulan en yüksek derecede sevgi ve bağlılıktır. Hristiyanlıktaki ‘Pontifax Maximus’ kavramını muhabbetullah ile ilişkilendirebiliriz. Pontifex Maximus, Antik Roma’da insanların tanrılarla bağlantısını sağlayan en yüksek dini otorite olarak görülürken, zamanla imparatorlara ve ardından Papalığa geçen bir unvan olmuş, bu bağlamda köprü kurma kavramı manevi liderlik ve ilahi otoriteyle ilişkilendirilmiştir. İslam’da en büyük manevi köprü muhabbetullah olup, kulun Allah’ın kemal ve cemalini idrak etmesiyle kalbinde oluşan ilahi nurdur.

Bu anlayışlar, sanatçılar ve düşünürler için bir ilham kaynağı olmuştur. Beethoven Üçüncü Senfoni’yi (Eroica) başlangıçta Napolyon’a adamış, fakat onun kendini imparator ilan etmesinden sonra bu ithafı geri çekmiştir.[3][4] Yazışmalarında geçen “Akıl ve kalp sahibi Beethoven” ifadesi, sanatçının manevi değerlerle olan bağını ortaya koyar.

Buradan hareketle, besteci ve sanatçıların sadece yaşadıkları dönemin koşullarıyla değil, aynı zamanda evrensel değerlerle de eserlerini şekillendirdiği anlaşılmaktadır. İslami sanat düşüncesinde, iman, kader, insanlık ve sosyal sorunlar gibi kavramlar sanatın merkezinde yer almıştır. Günümüz dünyasında savaşlar, zulüm, baskılar, ayrımcılık, ötekileştirme, uyuşturucu ve benzeri sapkınlıklar, zaaflar ve ben merkezcilik gibi olgular, insanlığı etkileyen başlıca sorunlar olarak öne çıkmaktadır ve dolaylı veya dolaysız olarak bütün toplumları ilgilendirmektedir. Sanatçıların zamanın şartlarını doğru bir şekilde analiz ederek bu sorunları ele alması ve evrensel bir sorumluluk üstlenmeleri gerekir. Temel değerleri ve hedefleri ortak noktalarda buluşturmak ve bunları iman potasında doğal bir uyumla birleştirebilmek önemlidir. Dönemin ruhunu yansıtan ve ona damgasını vuran sanat eserlerinin, bu evrensel ölçütler çerçevesinde şekillenmesi gerekmektedir. Sanatçı, bu değerleri derinlemesine irdeleyip özümseyerek, eserlerine bu anlayışı yansıtmalı ve topluma bu doğrultuda rehberlik etmelidir.

Güzel Bir Müzik Eseri Bizi Neden Ağlatır?

Konuyu bir kez daha başlangıç noktasına taşıyarak psikolojik bir açıdan ele alalım. Örneğin, “Güzel bir müzik eseri bizi neden ağlatır?” Bu soruya şu şekilde bir cevap verebiliriz: Hassas ruhlara sahip bireylerin, müziğin olağanüstü gücünü taşıyan bir eseri dinlediklerinde hissettikleri yoğun duygular karşısında kendilerini tutamayıp gözyaşlarına hakim olamamaları, insanın derin duygusal yapısını ve müziğin ona olan etkisini ortaya koyar. Peki, müziğin maddi ve organik varlığımıza böylesine derin bir tesir bırakmasının sebebi nedir?

Müziğin kaynağı, ilahi bir içgüdüye dayandırılmakta; besteci için bir ‘deşarj’, toplum için ise bir ‘şarj’ ihtiyacını karşılamaktadır. Bir müzik eserinin ortaya çıkışı, sıklıkla bir kadının doğum yapması ile özdeşleştirilmiştir. İlhamla temasın ardından bir beste adeta bir neşvunema ve izdivaç evresinden geçer. Nasıl ki bir bebek, sancılı bir süreç sonunda dünyaya geliyorsa, bir müzik eseri de benzer acılar olmaksızın hayat bulamaz. Bu acılar, hem kaçınılmazdır hem de sürecinin doğal bir parçasıdır. Bir bestecinin, bu ıstırapları yaşamaksızın yüksek sanatsal değere sahip bir eser ortaya koyması mümkün değildir.

Hayatta olduğu gibi, sanat da ıstırap, zorluk ve meşakkatlerin bir ürünüdür. Bunların ardından güzel bir eser meydana getiren besteci, tıpkı bir doğum yapan kadın gibi, yaşadığı sancıları bir anda unutur. Ortaya çıkardığı eserin sağladığı ilahi haz ve ulvi mutluluk, besteciyi derin bir huzur ve tatminle doldurur. Bu süreç, ıstırap gözyaşlarının sevinç parıltılarına dönüşmesi gibidir. Söz konusu sevinç ve tatmin duygusu, bestecinin ruhuna huzurun ve dinginliğin geri dönmesini sağlar.

İlhamla şekillenip yaratılan bir müzik eserinin, ses (şan) veya enstrüman aracılığıyla icra edilmesi sırasında, eserin olağanüstü doğası gereği üst düzeyde bir etki bırakması beklenir. Ses ve enstrümanın bu etkileyici sonuçları, şüphesiz eserin kendine özgü niteliklerine ve sahip olduğu benzersizliğe dayanmaktadır. Bestecinin yoğun ve heyecan dolu duygular ve sancılarla ortaya koyduğu bu eser, aynı süreçte hissettiği o tatlı ıstırabı, dinleyicinin bilinçaltında da olsa hissetmesine olanak tanır. Bu durum, eserin sanatçısının iç dünyasını ve heyecanlarını dinleyiciye aktardığını açıkça gösterir. Eseri dinlerken bu tatlı sancıyı duyumsayan bir dinleyici, ses ve enstrümanın aracı rolü sayesinde doğrudan besteyle bir bağ kurar ve bestecinin o anda yaşadığı yoğun heyecanları bilfiil, aynıyla veya benzeriyle içten bir şekilde deneyimler.

Eserin büyüleyici gücü, dinleyicinin kalbini ve ruhunu etkilerken, his ve düşüncelerin zirveye ulaştığı bir noktada derin bir duygusal birleşim yaşanır. Bu yoğun tecrübe, dinleyiciyi adeta bir zevk fırtınasının ortasına sürükler. Elektrik yüklü bulutların şimşeklerle boşalıp yağmurla ferahlık getirmesi gibi, dinleyicinin bu duygusal alevlerini söndürmek ve huzura kavuşmasını sağlamak için birkaç damla gözyaşı dökmesi kaçınılmaz hale gelir. Dinleyicinin döktüğü bu birkaç damla gözyaşı, eserin zaferini müjdeleyen eşi benzeri olmayan pırlantalardır. Yağmur sonrası doğanın tazelik ve sevinçle dolması gibi, bu gözyaşları dinleyicinin ruhuna huzur ve tatmin getirir. Bu tatmin hali, eserin başarısının en somut ve güçlü kanıtlarından biridir. Eser, yalnızca estetik bir deneyim sunmakla kalmaz; aynı zamanda dinleyicinin duygularını ve ruhunu derinlemesine etkileyerek unutulmaz bir iz bırakır.

Sanatta İlhamın Rolü

Sanat eserlerinin ve bestelerin ortaya çıkmasının sırrı ilhamda yatar. O, sanatçıya yaratıcısı tarafından bahşedilen görünmeyen bir güç olarak, güzel sanatlarda ve özellikle müzikte büyük bir öneme sahiptir. İlhamla şekillenen eserler, yapmacık eserlerden kolaylıkla ayırt edilebilir. Gerçek bir sanat eseri, bizi katıksız bir sevgi ile fethetmesini bilir. O, hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan, su gibi doğrudan kalbimize akar ve gönlümüzde derin bir yer edinir. Eser tamamlandığında, dinleyende güzelliğin zirve noktasına ulaşması ile birlikte kalbde bir huzur, sükun ve inşirah meydana gelir. Ruhumuz, eserle öylesine derin bir uyum yakalar ki, adeta onunla bütünleşerek birbirinde erir. Eserdeki büyüleyici güzellik, sarsıcı bir etkiyle hislerimizi sarar ve irademizi etkisiz hale getirir. Gerçekten de ilhamla ortaya çıkmamış eserler, güzellikten yoksun kalacak ve sadece kuru ve zayıf izlenimler bırakacaktır.

Unutulmamalıdır ki bir eseri meydana getirmenin ilk şartı, onu içtenlikle ‘duymak’ ve tüm duyusal unsurlarımızı —letaifimizi— bu sürece dahil etmektir. Bu duyumsama, ‘bir şeylerin meydana geleceğinin’ ilk işareti olarak kabul edilebilir. Duyum anından itibaren, ruh ve beden adeta tek ve başka bir varlık hâline gelerek keşf için uygun zemini hazırlar. Müsait zemin hazırlandıktan sonra, ilhamın Rabbimizden gelen bir lütuf olduğunu ve neticenin bu uygun zeminde en iyi ve verimli sonucun alınmasına bağlı olduğunu belirtmek gerekir. Bu sonuç, doğuştan gelen ya da sonradan geliştirilmiş veya keşfedilmiş yeteneklerimize göre şekillenir. Bu yetenekler, hem mahsulün alınışında, yani bir eserin ortaya çıkışında, hem de mamulün verilişinde, onun sunumunda, büyük bir rol oynar.

Bahsedilenlerden yola çıkarak sanat eserlerinin doğuşunda üç temel aşama bulunmaktadır:

  1. Müsait Zemin (Atmosfer): Bir eser meydana çıkmasının ilk şartı, uygun bir atmosferin mevcut olmasıdır. Bu atmosfer, bir ağacın gelişebilmesi için köklerinin toprakta sağlam bir şekilde var olması gibi, sanatın üretilebilmesi için de temel bir zemin sunar. Bu zemin olmadan, sanatla gerçek anlamda ‘temas’ kurmak mümkün değildir. Bu zeminin hazırlanması, duyuş anından itibaren gerçekleşir.
  2. İlham ve Latifelerle Temas: Bu aşama, eserin oluşum sürecini ifade eder. İlham, bir aşılama (ilkah) süreci olarak değerlendirilebilir. Bu süreç, sanatçının ilhamla temas etmesi ve bu temasın, kısa bir gelişme (neşvünema) döneminin ardından esere dönüşmesi ile tamamlanır.
  3. Doğum: Son aşama, oluşan sanat cevherinin teknik beceri ve imkânlarla şekillenerek billurlaşması ve boyut kazanmasıdır. Bu süreç, eserin tamamlanarak izleyici veya dinleyiciyle buluşmasını sağlar.

Bir sanat eserinin ruhunu ve damgasını alabilmesi için bu üç safhadan geçmesi gerekir aksi takdirde bir sanat eseri olarak kabul edilemez. İlgili okuyucular ünlü bestecilerin hayat hikayelerinde bu aşamaları bulabilir.[5] Şüphesiz, bir sanat eserinin doğuşunda en önemli aşama, eserin vücud bulmasında vesile olan ilhamla temas anıdır. Müsait atmosfer ve ortamda ilhamla kurulan ve genellikle kısa süreli olan bu temasın en verimli şekilde değerlendirilmesi gereklidir. Nitekim, bir çok keşif anlık ilhamların neticesinde olmuştur. Bazen bu temas bir anlık olabilir; ancak bu, gerçek bir sanatkâr için bile hazine değerindedir. Çünkü ilhamın ziyareti sık sık gerçekleşmez. Onun geldiği anları doğru bir şekilde bilmek çok önemlidir. Genellikle ani bir şekilde gelen bu ilham ziyaretlerine, önceden hazırlıklı olan bir sanatkâr daha iyi sonuçlar elde edebilir. İlhamın ziyaretinin ilk şartı ise, sanatkârın o an için uygun atmosferde hazır bulunmasıdır. Tabiri caizse, sanatkârın bu ‘tetikte’ hali, ona sanatın sihirli kapısında nöbet tutma görevini verir.

Müzikte İlham

Sanatta ilhamın oynadığı harikulade rolün üzerinde durduktan sonra, müzikte ilham konusuna geçebiliriz. Müzik, zamanla beliren bir sanat dalı olduğundan, ilhamın daha önemli bir yeri olduğu söylenebilir. Bir kısım güzel sanatlar havada süzülen kuşlar gibi görünürken, müzik onlara kıyasla esen ılık bir rüzgar gibidir. İlham olmadıkça, bu rüzgarı düşünemeyiz. Ve bu da, yaratıcı ile olan irtibata bağlıdır. Sanatçının akıl ve kalbindeki bu irtibat bazen dini anlayış ve ibadetler üzerinden kurulurken, bazen de yaratılan üzerinden yaratana ulaştıran ve dini normları aşan ilham bağları kurulabilir.

Kabul edilmelidir ki, müzik dünyasında eser bolluğu, haklı olarak bu eserlerin ilham mahsulü olup olmadığı konusunda tereddüde sebep olmaktadır. Gerçekten de pek çok eserin bu ilham unsurundan yoksun olduğuna dair gözlemler, geçmiş hakkında şüphelere ve geleceğe yönelik ümitsizliğe neden olmaktadır. Eğer müzikte ilham doğru bir şekilde anlaşılmış ve ona uygun bir şekilde yaklaşılmış olsaydı, ne bu kadar çok eser piyasaya sürülür, ne de sanat alanında bu kadar değersizleşme yaşanırdı. Maalesef, müzik piyasasını yapmacık ve zorlama eserler sarmıştır. Bu durum sadece bizi değil, tüm İslam dünyasını, hatta Batı ile birlikte bütün dünyayı da etkilemiştir. Basitlik, sanatta zarafetin yerini almış, özenti ve taklit yoluna sapılmıştır. Seri üretimle ortaya konulan eserleri, gerçek sanatla ilişkilendirmek zordur. Sanat, ruhumuzu tutuşturan ebedi bir meşale olarak devam ederken, yeni ortaya çıkan eserler sadece saman alevi gibi kısa süreli parlamalar şeklinde ortaya çıkıp kaybolmaktadır. Bugün müzikte ilhamdan bahsedildiğinde, “O da kim?” dercesine şaşkın bakışlarla karşılaşılıyor. Ne yazık ki, sanatın ne olduğunun ve nasıl yapıldığının anlaşılmadığı bu zeminde, sanatın değerinden yoksun kalmak kaçınılmazdır.

Ancak yalnızca ilhama vakıf olan kişiler, gerçek anlamda eser ortaya koyabilirler. Bu yüzden müzikte ilhamın ne olduğunu bilmeyenlerin bir eserin sanat değeri hakkında konuşması anlamsızdır. İlham olmadan müzik sevgisi bile oluşamaz; zira sevilen şeyin neden ve nasıl sevildiğini anlamadan onu doğru şekilde takdir etmek mümkün değildir. İlham, müziğin ruhu gibidir. İlhamdan yoksun bir müzik eseri, ruhsuz, kasvetli ve neredeyse ölü gibidir, gerçi ölüm de kendi başına bir hikmettir. Müzik, ruhun oksijeni olduğu gibi, ilham da müziğin oksijenidir. Bir müzik eserinde ölümsüzlük, aslında ilhamın parıldayan ebedi güneşinde gizlidir.

Unutmamak gerekir ki ilham, hürriyet diyarının iyilik meleğinin adıdır ve yalnızca hürriyet ortamında nefes alınabilir. Sanatkar, hiçbir zaman sanat kuralları adı verilen zincirlerle bağlı olmamalı ve ancak özgür bir mekanda ilahi misafirini karşılayabilmelidir. Edip Özışık’in da dediği gibi müzikte, yaratıcının bize ilhamı olmayınca müzik olamayacağını bir müzik kanunu olarak kabul etmeliyiz.[6]

İlham hakkında örnek verilebilecek ünlü bestecilerden biri olan Johan Sebastian Bach. Ona göre müzikte tek gayen Allah’ı hoşnut etmek olmalıdır. Dinine gerçekten bağlı herhangi bir kimse çok çalışırsa en az onun kadar başarılı olabilir.[7][8] Eserlerinin birçoğunun başına veya sonuna ‘Soli Deo Gloria’ (Yalnızca Tanrı’ya şan ve şeref) ifadesini yazdığı bilinmektedir. Bach, küçük yaşlardan itibaren sıkı bir din eğitimi almış, ve Allah’a gerçekten bağlanan bir kimsenin çok çalışması gerektiğine inanmıştır. Bach, insanın yeryüzünde çok çalışmazsa, öbür dünyada Allah’ın huzuruna çıkamayacağını düşünüyordu. Onun için hayat, uzun ve amansız bir mücadeleydi. Buna rağmen, gönlünde hep dayanışma ve yardımlaşma duygusu vardı. Çalışmak, ağır yükü yerden kaldırıp omuzlara yerleştirmek ve bu şekilde Allah’ın kutsal evine doğru gitmek demekti. Bach, insanların ilerlemelerini engelleyen sebeplerin çoğu zaman kendi ego ve inançlarına dayandığını düşünürdü. Şu düşünceler zihninde sıklıkla yankı buluyordu: Her şey, gün ışığı gibi meydana çıkar. İnsanlar sadece dümdüz ilerlemek yerine daima yukarıya bakmalıdır. Nasıl bir çocuk, babasından yardım beklerse, bir müzikçi de Allah’tan yardım beklemeli ve onun yardımıyla mesleğinde ilerlemelidir. Müzik, yeryüzünden ahirete ve ahiretten yeryüzüne giden bir yol sayılır.

Müzik ve İlham: Batı ve Doğu’nun Evrensel Bağlantıları

Batı ve Doğu arasında köprüler kuran sanatçıların başında Ludwig Van Beethoven gelir. Buna başlıca verebileceğimiz örnek kendisinin August Von Kotzebue’nin Atina Harabeleri adlı oyununa eşlik etmek üzere yazdığı aynı isme sahip eseridir ki bu eser Macaristan’ın Pest kentindeki Deutsches Tiyatrosunun açılışında gösterilmiştir.[9] Bu eserin birinci bölümünü dinlerken, batılı müzik dünyasında bir yeri olan bu bestecinin İslam kültürü ve mistik öğeleri nasıl derin bir şekilde işlediğini fark edebilirsiniz. Beethoven bu eserde, İslam’ın önemli sembollerinden biri olan ‘Kabe’yi ve mahiyeti konusunda farklı tartışmalara sebep olan ‘Miraç’ı ele alır. Özellikle ‘Hz. Muhammed (sas)’ olgusu yeni bir perspektif ile karşımıza çıkar. Miraç hadisesi, Hz. Hatice’nin nakliyle göre Efendimizin (sas) yatağının bile soğumadığı kısa bir anda yaşanmasına rağmen, Celaleddin es-Suyûtî’ye göre bu olağanüstü deneyim, aslında Allah katında 40.000 yıl süren bir zamanı kapsar. Mehmet Kırkıncı Hoca, Nükteler ve Damlalar adlı kitabında Efendimiz’in (sas) bu kısa zaman diliminde ‘bütün ilimleri üzüm taneleri gibi yuttuğunu’ ifade etmektedir. Bu bilgiler ışığında, Beethoven’ın eserlerinin ne denli derin ve anlamlı ögeler içerdiğini bir kez daha vurgulamak gerekmektedir.

Bir diğer önemli örnek ise, A. Vivaldi’nin Le Quattro Stagioni (Dört Mevsim) adlı eseridir. Vivaldi’nin bu eseri, özellikle Bediüzzaman Said Nursi’nin Tabiat Risalesi adlı eserine paralel bir anlayış sergilemektedir. İki eser de, doğanın ve mevsimlerin değişimi üzerine derin felsefi çıkarımlar yapmamıza olanak sağlar.

Dede Efendi, Itri ve Hacı Arif Bey gibi Osmanlı döneminin ünlü bestecilerinin makamsal eserleri, hem Batı müziğiyle hem de bizim coğrafyamızdaki geleneksel müziklerle belirli benzerlikler ve etkileşimler taşımaktadır. Bu eserlerin evrensel niteliği, kullanılan makamların duygusal etkisi, ritmik yapılar ve melodik akış gibi unsurlar aracılığıyla farklı kültürlerde karşılık bulmalarından kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, o dönemdeki toplumsal yaşam ve siyasi söylemler, kültürlerin birbirinden uzak kalmasına neden olmuştur. Günümüzde ise bu engellerin aşılabileceğine dair umutlarımız vardır.

Bu konuya bir anekdot olarak, yazarın da geçmişte iştirak ettiği, İzmir devlet opera ve balesinin eski şeflerinden Walter Strauss’un, ünlü Türk besteci ve şair Buhurizade Mustafa Itri (1640?-1712)’nin Segah Tekbiri adlı eserini dinledikten sonra “Bunca yıl Türkiye’de kaldım, içimi ısıtan nadir eserlerden biri.” sözleriyle müziğin evrensel dilinin gücünü vurguladığı örnek verilebilir. Bu deneyim, siyasi yabancılaşmanın ve farklılıkların, toplumlar arasındaki anlayışı engelleyen en büyük bariyerlerden biri olduğunu gözler önüne sermektedir. Bugün, müzik gibi evrensel bir ifade biçimi aracılığıyla, bu engellerin aşılması mümkündür.

Müziğin Helal ve Haram Boyutu: İslam Tarihinde Müzik ve İmam Gazali’nin Görüşleri

İslam tarihi boyunca müzik, farklı dönemlerde ve çeşitli mekânlarda icra edilmiştir. Bazı toplumlar, müziğin belirli ortamlarda yer almasını toptancı bir yaklaşımla değerlendirmiş ve onu haram veya olumsuz olarak nitelendirmiştir. Oysa müziğin belirli bir düzen içinde ve uygun mekânlarda icra edilmesi büyük önem taşır. Çünkü müzik, bireyin iç dünyası ve zihinsel akışkanlığı ile doğrudan ilişkilidir ve bu yönüyle insanın ruh haliyle özdeş bir etkiye sahiptir.

İslam tarihindeki bu konuya en büyük örnek ve ilham kaynağı Davud Peygamber’in önderliğindeki 4000 kişilik korodur. Bu koro Mezmurları (Psalms) seslendirirken dağlar, taşlar, kuşlar ve tüm canlıların sessizce dinlediği nakledilir. Bu anlatı, müziğin sadece insanlar üzerinde değil, tüm varlıklar üzerinde etkileyici bir güce sahip olduğu düşüncesini desteklemektedir. Böylesine büyük bir özen ve titizlikle icra edilen müzikal performansların, ilham verici ve manevi bir atmosfer oluşturduğu kabul edilmiştir.

İmam Gazali’nin müzik konusundaki görüşleri de bu tartışmanın önemli bir parçasıdır. İmam Gazali, şarkı dinlemeyi üç ana başlık altında ele alır: Şarkının anlamı, hükmü ve kuralları. Şarkının anlamı kalpte var olan duyguları ve manaları harekete geçiren, onlara ilham veren bir etkidir. Şarkının kendisinin doğrudan bir anlam taşımasından ziyade, insanın iç dünyasında yeni anlamlar ve hisler uyandırmasıdır.

Gazali, şarkı dinlemenin hükmünü ele alırken, ilk dönemin sahabe ve Tabiin alimlerinin bunun mübah olduğu yönündeki görüşlerini aktarır. Ardından, İmam Şafii’nin şarkı dinlemenin mekruh olduğu yönündeki tartışmalarına değinir. Ve en son bunu haram olarak görenlerin görüşlerine yer verir. Bütün bunları naklettikten sonra tek tek karşılık verir. Ayrıca, Kadı Beydavi’nin şarkı dinlemenin mübah olduğu yönündeki görüşüne yer verir. İhya-u Ulumi’d-Din adlı eserinde Gazali, şarkı dinlerken dikkat edilmesi gereken şu kuralları belirlemiştir:

  1. Niyetin Temiz Olması: Şarkı veya müzik, kişinin manevi olarak yükselmesine katkı sağlıyorsa ve nefsani arzularını harekete geçirmiyorsa, dinlenmesi caizdir. Ancak, insanı dünyevi tutkulara yönelten, ahlaki değerlerden uzaklaştıran müzikler dinlemek sakıncalıdır.
  2. Dinleyenin Ruh Haline Uygun Olması: Müzik, insana bulunduğu hâle göre farklı etkiler bırakabilir. Eğer bir kişi nefsani arzularına hâkim değilse ve dinlediği müzik onun bu arzularını artırıyorsa, bundan kaçınması gerekir. Ancak, müzik kişinin manevi atmosferini güçlendiriyor ve onu Allah’a yaklaştırıyorsa, dinlenmesinde sakınca yoktur.
  3. Müzikal İçeriğin Ahlaki Olması: Şarkı sözleri, bireyi kötülüğe, isyana veya günaha teşvik ediyorsa, bu tür müziklerden kaçınılmalıdır. Ancak, Allah aşkını, güzel ahlakı, hikmeti ve insana faydalı bilgileri anlatan eserler dinlenebilir.
  4. Ölçülü ve Dengeli Olması: Eğer müzik, ibadetleri aksatıyor, farz görevlerin yerine getirilmesini engelliyor veya kişinin zamanını gereksiz yere israf etmesine sebep oluyorsa, sakıncalı hâle gelir.
  5. Haram Unsurlar İçermemesi: Şehvet uyandırıcı sözler içeren, içki, kumar ve ahlaksızlığı teşvik eden müzikler dinlenmemelidir.
  6. Müziğin Ortamına Dikkat Edilmesi: Gazali, müziğin sadece eğlence amacıyla kullanılmasının sakıncalı olduğunu, ancak Allah’ı anmaya ve ruhani bir yükselişe vesile olan müziklerin dinlenebileceğini ifade eder. Bu nedenle, müziğin nerede ve hangi niyetle dinlendiği göz önünde bulundurulmalıdır.
  7. Müzik Aleti Kullanımı Hakkında Ölçülü Olmak: Gazali, bazı müzik aletlerinin ibadet ve manevi amaçlarla kullanılabileceğini ancak tamamen dünyevi eğlenceye yönelik çalgıların kişiyi gaflete düşürebileceğini belirtir.

Özetle, Gazali’ye göre şarkı ve müzik, insanın ruh hâline ve niyetine bağlı olarak olumlu veya olumsuz sonuçlar doğurabilir. Eğer müzik, insanı manevi olarak güçlendiriyor ve ahlaki değerleri koruyorsa dinlenebilir; ancak dünyevi tutkuları artırıyor ve kişiyi gaflete sürüklüyorsa sakıncalıdır.

Bu kuralların ihlali, şarkı dinlemenin hükmü üzerinde değişiklik yaratabileceği için, bu konuda yapılan çalışmalar ve araştırmalar, hem ilk dönem alimlerinin hem de son dönem alimlerinin görüşlerini kapsamaktadır. İbnu’l Cevzi, Zebidi, Karadavi ve çağdaş Gazali (1917 - 1996) gibi alimlerin çoğu, Gazali’nin görüşlerine yakın bir çizgideki yorumlar yapmışlardır.

Bediüzzaman’ın Müziğe Yaklaşımı

Son olarak, Bediüzzaman Said Nursi, müzikle ilgili önemli bir tespitte bulunarak şöyle der:

“Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, mânevî, yüksek savtlardan (seslerden) mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden avazlar, mâtem seslerine inkılâp eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.”[10]

Bediüzzaman, küfürlü, kötü sözler ve uygunsuz seslerin insanın kalbi ve iç dünyasına nasıl zarar verdiğini analitik bir şekilde açıklamaktadır. Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın müzikle ilgili, doğru seslerin, yani manevi ve ulvi bir etki yaratan seslerin helal olduğu yönünde bir görüş sunduğu anlaşılabilir. Nitekim Bediüzzaman, aynı metninde şöyle devam eder:

“Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbânî aşkları îras eden sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsânî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”[11]

Bediüzzaman’ın bu tespitleri, geçmişte müzikle ilgili olarak belirli mekan ve durumların etkisini ve bunun sonucunda müzik eserlerinin şekil almasını açıklamaktadır. Örneğin, müzik bazen uygunsuz ortamlarda seslendirilmiş ve bu da müziğin etkisinde önemli bir rol oynamıştır. Gazali, İbnu’l Cevzi ve Zebidi gibi alimler de benzer şekilde bu konuda önemli görüşler sunmuşlardır. Ancak, günümüzde kurumsallaşmış sanat ortamlarının kendine rahat bir zemin oluşturması, müziğin daha evrensel bir bakış açısıyla değerlendirilmesini mümkün kılmaktadır. Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın müzikle ilgili önerdiği yaklaşım, siyasal, toplumsal ve kültürel farkları göz ardı etmeksizin, ortak değerleri temel alan bir perspektif sunmaktadır. Aynı zamanda müziğin insan üzerindeki etkilerini ve hangi koşullarda hangi tür müziğin uygun olacağına dair önemli bir rehberlik yapmaktadır.

Hizmet Hareketi’nin Müziğe Yaklaşımı

Bu kısım fgulen.com “Fethullah Gülen’in sanata bakışı nasıldır?” adlı sayfadan bölümler içermektedir.

Yukarıda bahsedilen toplumsal, siyasal ve kültürel araştırmaların aşılması için kültürlerin kendi müziklerini birlikte icra edecekleri zeminler oluşturulabilir. Buna bir örnek dinler ve kültürler arası derneklerinin ortaya koyduğu çalışmalardır. Müslüman, Yahudi, Hristiyan müziklerinin birlikte icra edildiği koro ve orkestra örnekleri bulunmaktadır ve bunların yenilerini kurmak mümkündür. Etnik ve milli farklılıklara gelince müzik yeteneklerine sahip bireylerin bir arada eserler ortaya koymaları desteklenmelidir. Geçmişteki Türkçe Olimpiyatları günümüzdeki Uluslararası Dil ve Kültür Festivalleri (IFLC) buna örnek verilebilir. Yerel zeminde de bu faaliyetler arttırılabilir.

Fethullah Gülen Ufuk Turu’nda sanatın nasıl yapılması gerektiğine dair şunları belirtir:

“Sanatı maalesef bazıları, hemen Mikelanjelo gibi eline bir çekiç alıp, bir tane heykel dikmek şeklinde anlıyor. Bu da yobazlığın diğer bir çeşidi. Çünkü Mikelanjelo kendi düşüncesini resmediyordu. Herkes kendi düşüncesini resmetmeli. Taklitçi olmamalı. Ben başka bir şeye inanırken, bir başka şeyin şiirini yazmamalıyım, bir başka şeyin nesrini döktürmemeliyim, bir başka şeyin resmini yapmamalıyım. İslam’ın sanat telakkisi; varlığı olduğu gibi görüp, resmetmeyi büyük ölçüde tecrid düşüncesi içerisinde, Kur’an’ın bize gösterdiği yolda ele alır. Tecrid, soyutlama İslam sanatlarının çok belli başlı hususiyetlerindendir. Çünkü temelde inandığımız şeyler, biraz o düşünceyle irtibatlıdır.”

Türk musikîsinin geleceği konusunda ümitli olan Fethullah Gülen, bu ümitlerini ve nasıl bir musikî hayal ettiğini de şu sözleriyle ifade eder:

“Biz, ruhumuza üns üfleyecek musikî istiyoruz. Bizi tefekkürün zirvelerine çıkaracak, ulvî duygularla dolup taşmamızı sağlayacak ve bizi kendimizden geçirecek, geçirip öteler ötesiyle konsantrasyonumuzu temin ve tesis edecek musikî istiyoruz. Ve yine biz, ahlâk, edep, terbiye ve disipline kaynak teşkil edecek tertemiz, dupduru, his ve duygularımızla şahlanışımızı sembolleştiren ve bize gönlümüzün sesini dinleten bir musikî istiyoruz.”[12]

Bilhassa günümüz toplumlarında musikînin çok yaygınlaştığına dikkat çeken Fethullah Gülen, ‘toplumun içinde sürüklenip gittiği bu saha’nın başıboş bırakılmaması gerektiğine dikkat çeker. Ona göre, mesaj yüklü, manâ yüklü, hisleriyle, düşünceleriyle insanı zenginleştiren, insanı yüce hedeflere götüren, ona kemalât yollarını gösteren ve bu yollarda ona şevk verecek eserler meydana getirilip, bunların bestelenmesinin lüzumu üzerinde durur. Gülen, şöyle der:

“Dinlediğiniz bir eser, sizde Kur’ân okuma, Kur’ân dinleme iştiyakını coşturuyor, Allah’a karşı vuslat arzusunu köpürtüyor.. sizi Emrah gibi bağrı yanık hâle getirip secdeye zorluyor, millî, dinî değerlerinize karşı alâkalarınızı kanatlandırıyor.. size kendi romantizminizi fısıldıyor, bunları yaparken de, müstehcenliğe, bâtılı tasvire vs. kapalı kalınabiliyorsa.. evet, işte bu eser gayet güzeldir. Bünyesinde gıybeti barındıran, fuhşu tasvir eden, şehevanî hisleri tahrik eden, insanın yeis yani ümitsizlik duygularını kabartan eserlere gelince, onların caiz olduğunu, olabileceğini söylemek mümkün değildir.”[13]

Fethullah Gülen yaptığı bir röportaj’da “Bale de mi?” sorusuna şu cevabı verdi: Evet. “Balede de olmak lazım diyorum.” ve “Bizim değerlerimizin de, kültürümüzün de, sanatımızın da renginin, boyasının olduğu sanatlar üzerine eğilmek lazım.” diyerek eklemede bulundu: “Hayatın her alanında olmak lazım tabii.”[14]

Öğrencileri Fethullah Gülen’in Türk sanat müziğinin hemen hemen bütün makamlarını bildiğini ifade etmektedir. Yine Gülen’in Cem Karaca, Barış Manço, Ahmet Özhan gibi sanatçılara gösterdiği yakınlık onun müziğe bakışını gösteren en güzel örnektir. Cem Karaca, Gülen’e gönderdiği bir mektupta kendisinden nasıl feyz aldığını samimi ifadelerle dile getirmektedir.

Bugün Teknik Anlamda Müzik Nasıl Yapılmalı?

Akustik Zemin ve Enstrümanların Nitelikleri

Müzik akustik enstrümanlarla ve buna uygun mekanlarda icra edilmelidir. İnsan doğası akustik müziğe daha uygundur, elektronik müzik tabiata zıt etkiler oluşturabilir. Mesela insanın beyni sinir sistemi kan dolaşımı kısaca fizyolojisi müzikle bütünleşilir, bunun elektronik olması olumsuz sonuçlara yol açabilir. Akustik olmayan müzik, kimyasal ilaç almaya benzetilebilir.

Akustik enstrümanlar ses fiziği, matematik gibi pozitif ilimler çerçevesinde insan doğasına uygun yapılarda üretilmiştir. Bu bilginin tarihinde Hz. İdris, Hz Davud, Antik Yunan Filozofları, mesela Pisagor ki Hz. Süleymanın talebesi olduğu söylenir, ve Kindî ile devam eden bir silsile mevcuttur. Bu doğrultuda enstrümanlar yapılırken kullanılan ağaçlar incelenmeli ve yeni enstrümanlar yapılacaksa bu bilgi göz önünde bulundurulmalıdır.

Müziğin Tedavi Potansiyelleri ve Bununla Gelen Tehlikeler

Ağaçlar neden incelenmelidir? Bu sorunun cevabını müzikle tedavi kitabının yazarı Dr. Bekir Grebene’den öğreniyoruz. Tedaviyi sağlayan sihirli kuvvet yalnızca çalınan musiki parçalarına bağlı değildir. Bazen de Musiki aletlerinin yapıldığı maddelere göre etkili bir duruma gelir. Della Porta adlı bir hekim de müzik aletlerinin bu düşünceyi desteklemiş ve 1586 yılında yazılan dördüncü kitabında bu inancını şu şekilde ifade etmiştir: “Eğer her hastalık için o hastalığa karşı kullanılan ilacın ağacından bir müzik aleti imal edilirse iyileşmeyen bir hastalık kalmaz…”

Elektronik müziğin en önemli tehlikelerinden bir tanesi üzerinde subliminal, yani bilinç altına yönelik, çalışmaların yapılmasına imkan vermesidir. İnsana şifa olacak müzik bu yüzden tartışmasız akustik olmalıdır. Geleneksel Türk musikisi tarihinde musiki ile tedavi başlığı altında çok önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu bağlamda eski çalışmalar incelenmeli, günümüzün bilim ve teknolojisi ile birleştirilerek tekrardan ortaya konulmalı ve bu ilim ve teknik ilerletilmelidir.

Armonik ve Makamsal Değerler

Akustik müzikten hareketle çok seslilik (armonik) ve tek seslilik (makamsal) konuları kendi kültürleri içerisinde ele alınmalı, hangi yaklaşımlarla bu tarz müziğe yönlendiği sosyokültürel açıdan incelenmeli ve araştırılmalıdır. Zira, her kültürün kendi ortak bilinci, toplumsal yapısı gibi faktörlerin buna etkisi büyüktür. Bu konu rekabet ikliminin aksine, kültürlerin birbirlerini tanımalarını kolaylaştıran zeminlerde ele alınıp, yeni açılımlara vesile olmak adına bir değer haline getirilmelidir.

Örneğin, zamanında kilise müziğinde sadelik, tek seslilik, en fazla dem (bas) sesle eşlik ve zenginleştirme vardı. Rönesans döneminde armoniye yönelim oluşmuştur. Aslında bu konunun altında sade bir icraat mevcuttur, Mahmut Ragıp Gazimihâl’ın ifadesiyle “Sonradan show’a döndürülmüştür.”.

Türk müziğindeki tek sesliliğe gelince, bir perdenin doğuşkanları incelendiğinde armonik aralıkların zaten bunların içerisinde mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Yani, tek sesli müzikte belki kulakların doğrudan işitmediği bir armonik tını mevcuttur. İnsan kulağı 20 ile 20.000 titreşim arasını duyabildiği için doğuşkanları doğrudan işitme de bilinçaltının duyacağını tahmin ederek bu konuyu da incelemek gerekir.

Sonuç olarak, bu başlıklar çerçevesinde çok sesli ve tek sesli müzik incelenmeli, ecdadımızın neden tek sesli (makamsal) müziği tercih ettiği hususunun detayları araştırılmalı, insana şifa olarak ve Allah’a yükseltecek derinliği konusunda yeni çalışmalar ortaya konulmalıdır.

Biyografi

Erkam Aydın, 1961’de doğmuştur. 1978’de Çamlaraltı Kolejini bitirmiştir. İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünde bir müddet tahsil görmüş, bu eğitimini yarım bırakıp Ermeni Surp Vartanants korosunda şarkı söylemeye başlamıştır. Burada müziği sevdiğini keşfedip İzmir Konservatuarına girmiştir. 1986’da Şan ve Opera bölümünden mezun olup Devlet Operasına katılmıştır. Alas Peruanas Üniversitesinde fark derslerini vererek İnsan Psikolojisi bölümünden diplomasını kazanmış, sonraki zamanlarda da Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirmiştir. Şu an psikolog olarak çalışmalarına devam etmektedir. Ara verdiği müzik kariyerine yeni vesileler ile yakın gelecekte devam etmeyi umuyor.

Referanslar

  1. Ali Fuat Bilkan, Saib-i Tebrizi’den Hikmet Damlaları, Kaynak Kitaplığı.
  2. Bknz. Bediüzzaman Said Nursi. Sözler, 21. Söz.
  3. James Hamilton-Paterson, Beethoven’s Eroica: The First Great Romantic Symphony, New York: Basic Books, 2017.
  4. Stephen Rumph, Beethoven After Napoleon: Political Romanticism in the Late Works, Berkeley: University of California Press, 2004.
  5. Henry Thomas ve Dana Lee Thomas, Ünlü Bestecilerin Hayat Hikayeleri, İstanbul: Doğan Kardeş Yayınları, 1968.
  6. Edip Özışık, Musiki Sanatı, 1963
  7. Bknz. Joseph Herl, Worship Wars in Early Lutheranism: Choir, Congregation, and Three Centuries of Conflict (Oxford: Oxford University Press, 2004), 123.
  8. Bknz. J. A. Fuller Maitland, ed., Johann Sebastian Bach, Grove’s Dictionary of Music and Musicians, vol. 1 (New York: Macmillan Publishers, 1911), 154.
  9. Chor der Derwische die Ruinen von Athen, Op. 113
  10. Bediüzzaman Said Nursi. İşaratü’l-İcaz s. 118.
  11. Bediüzzaman Said Nursi. İşaratü’l-İcaz s. 119.
  12. M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla 2, s. 235
  13. M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla 3, s. 175-176
  14. Kaynak: Gazete Habertürk