Göç Divanı Ana Makale: Göç ve Hizmet Aktivistlerinin Sorumlulukları
Göç ve Hizmet Aktivistlerinin Sorumlulukları Prof. Dr. Zeki Sarıtoprak
Bu makale ikisi akademik dergilerde, biri de bir kitap bölümü olarak yayınlanmış üç makalemin Göç Divanı için birleştirilmiş ve son Hizmet Mensuplarına Düşen Sorumluluklar bölümü eklenmiş halidir.
Kavramsal Çerçeve
İslam'da göç için kullanılan terim hicrettir. Kelimenin sıfatı muhacirdir. İslami gelenek de birbiriyle ilgili iki terim içerir. Bunlar gurbet ve garib terimleridir. Her iki terim de belirli bir yerde garip olma çağrışımına sahiptir. Hicret ve gurbet arasındaki fark: hicret bir yeri kalıcı olarak değiştirmeyi, gurbet ise bir yeri kalıcı veya geçici olarak değiştirmeyi içerir.
Kuran-ı Kerim’de Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Yunus, Hz. Yakub ve Hz. Musa gibi İslam öncesi pek çok peygamberin hicret ettiklerinden bahsedilmektedir. İnsanlığın babası Hz. Adem cennetten yeryüzüne göç ettiğinden, İslam geleneği tüm insanları göçmen olarak kabul eder. Bundan dolayı, insanlığın ilk anavatanı cennettir, dünya ise fani, geçici bir yer değiştirme yeridir. Peygamber Efendimizin hadislerinde de bu görüş hâkim görünmektedir. Peygamberimiz, kendini bir ağacın gölgesinde kısa bir süre dinlenmek için kalan ve sonra yoluna devam eden bir yolcuya benzetiyor.
Kur’an-ı Kerim, yeryüzündeki zulme uğramış ve zayıf, aciz insanlardan bahseder ve onların mazlum konumlarından dolayı Allah'ın başka bir diyarına göç edebileceklerini önerir. Ayet, "Allah'ın arzı size hicret edecek kadar geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?" (4:97). Ayet, yeryüzünün sahibi olarak Allah'tan söz ettiğinden dolayı, dolaylı olarak, otorite sahibi olanların mültecilerle ilgilenmesi gerektiğini ima eder. Bundan dolayı, dünyevî sahipler ve iktidar sahipleri, muhtaç ve mazlumlara karşı yakınlık ve açıklık duymalı ve dolayısıyla sınırlarının kapılarını onlara açmalıdırlar. İslami öğretiye göre, yeryüzünün her bölgesi Allah'ın toprağıdır. Bugün milletleri ayırmak ve bir ülkeden diğerine göç geliş ve gidiş akışını durdurmak için sınırlar koymuş olmamıza rağmen, İslam öğretisinde, tüm topraklar Allah'ındır ve insanların hepsi Allah'ın kullarıdır, hizmetkarlarıdır.
Hz. Musa'nın Midyan'a Sığınmasının Kur’an’daki Kıssası
Kur'an'daki ferdî hicret örneği, Hz. Musa'nın Firavun'un zulmü sonucu Mısır'dan Midyan'a hicret etmesidir. Kuran'da geçen bu hikâye, Hz. Musa'ya can güvenliği için kaçmasının söylenmesiyle başlar (Sure 28:20). Kuran'da daha sonra Musa'nın kaçarken yakalanmaktan korktuğu zaman yaptığı "Rabbim beni zalimler topluluğundan koru" (28:21) duasına yer verilir ve onun Allah'tan nasıl hidayet dilediğini anlatılır (Sure 28:22). Şimdi bir mülteci, kendini Midyan kasabasında bulur ve burada iki kızla tanışır ve koyunlarını sulamalarına yardım eder (Sure 28:23); Bunu başka bir dua takip eder: “Rabbim! Bana indireceğin her hayra muhtacım” (28:24). Hz. Musa, çobanlardan birinin babasına götürülür ve baba, Hz. Musa'ya şöyle der: “Korkma. Zalimler topluluğundan kurtuldunuz” (28:25). Burada, Kuran'da, bir mültecinin yapması gereken eylemlere örnek olarak bir mülteci olarak Hz. Musa'yı görüyoruz: Allah'ın yardımı için dua etmek ve bir mültecinin yolda karşılaştığı kişilere hizmet etmesi. Ayrıca ev sahibinin tepkisinden de bahsediliyor: mülteciyi kabul etmek ve ona barınak sağlamak.
Klasik İslam hukukçuları, mültecilerin tabi olduğu kural, kanun ve düzenlemeleri ayrıntılı bir şekilde ele almışlardır. Meselâ, ünlü Hanefi fakihlerinden es-Sarakhsi (ö. 1090) şöyle demiştir: Bir Müslüman, mülteci olarak yabancı bir meskene girer ve bir hazine bulursa, bu hazineyi oradaki bazı insanların evinde bulursa, bulduğu hazineyi oradaki insanlara iade eder. Evin içindekiler evin sahibine aittir. Mülteci, iltica sözleşmesini kabul ederek, emanete ihanet etmeyeceğini garanti etmiştir. Bu nedenle söz verdiği şeyi yerine getirmekle yükümlüdür. (es-Sarakhsi cilt 2, 215) Benzer şekilde, el-Babarti (ö. 1384) de şöyle demektedir: “Bir Müslümanın bir tüccar olarak yabancı bir yere girdiğinde, oradakilerin mallarına veya canlarına zarar vermesi caiz değildir çünkü onlara zarar vermeyeceğini garanti etmiştir. Bu akitten sonra oraya saldırmak, zarar vermek hainliktir, hıyanettir, haramdır [yasaktır]” (el-Babarti cilt 7, 17).
İslam'da İlk Üç Hicretten Alınacak Dersler
İslam tarihindeki en ilginç ve en iyi bilinen hicret yolculukları, İslam'ın ilk yıllarında meydana gelen üç meşhur hadisedir. Bu erken dönem hicretleri din ile ilgili göçlerdi. Başka bir ifadeyle, Müslümanlar dini nedenlerden dolayı hicret etmişlerdir. Mekke şehrinde Hz. Muhammed ve takipçileri, yeni dinleri sebebiyle muhalifleri tarafından zulme uğradılar. Güvenli bir yerde yaşayabilmek için göç etmeleri gerekiyordu. Bu üç hicretin ikisi küçük ölçekli göçlerdi. Hz. Peygamber'in, Mekkeli müşriklerin düşmanca tepkilerinden ve zulmünden dolayı sığınmak için Taif şehrine hicret etmesiydi. Bu şehrin halkı, ona yardım etmek yerine, çocuklarını ve kölelerini Peygambere ve ashabına saldırmaya ve hatta onları taşlamaya teşvik etti.
İkinci göç, yeni din değiştirenlerin, özellikle de İslam'a geçen marjinal bir sosyal sınıfın şiddetli zulümle karşı karşıya kalmasıyla meydana geldi. Köleler ve kadınlar büyük risk altındaydı. Mekkeli elit tabaka, işkence ederek, zayıf insanların cesaretlerin kıracaklarına inanıyorlardı. Durumlarını anlayan Peygamber Efendimiz, onlardan Habeşistan'a hicret etmelerini istedi. Habeşistan Hz. Muhammed'in, takipçileri için güvenli bir sığınak olacağını düşündüğü bir Hıristiyan krallığı idi. Putperestler tarafından ve diplomasi yoluyla takip edilmelerine rağmen, bu Müslümanların geri dönmeleri istendi; onlarla birkaç görüşmeden sonra, Habeş Kralı Necaşî ve din danışmanları, muhacirlerin masumiyetine ikna oldular ve onları Mekkelilere vermeyi ve Mekke’ye geri dönmelerini reddettiler. Kral ve rahiplerinin bu dürüst ve nazik davranışları Kuran'da övülmüş ve bazı Kuran ayetlerinin vesilesi olmuştur. Kralın göçmenlere karşı sergilediği iyi tavır, daha sonraki Müslüman-Hıristiyan ilişkileri için önemli bir referans olmuştur.
İslam tarihindeki en önemli hicret, Hz. Peygamber'in Mekke şehrinden Mekke'nin 280 mil kuzeyindeki Medine şehrine hicretidir. Bu göç, çok önemli bir hadise olmasından dolayı, hicri takvimin başlangıcı kabul edildi. Bu hicretin önemli yönlerinden biri de Medinelilerden gelen talepti. Devam eden kabile savaşını durdurmak için Peygamberimizin kendi kasabalarına hicret etmesini istediler. Hz. Muhammed'in arabuluculuk etmedeki kabiliyeti, bu şehir halkını böyle bir istekle ona gitmeye sevk etti.
Çok kültürlü ve çok dinli Yesrib şehrine vardıktan sonra, Peygamber Efendimizin yaptığı ilk şey, Medine Tüzüğü olarak bilinen bir anayasa geliştirip, dini eğilimleri ne olursa olsun, bu topluma dahil olmak üzere tüm sakinleri koruyup, insanların birbirleriyle barış içinde yaşayabilecekleri birbirine bağlı bir toplumun temellerini atmak oldu. Şunu belirtmekte fayda var: Şehrin nüfusunu esas olarak Arap müşrikleri ve Yahudi kabilelerinin üyeleri teşkil ediyordu ve Medine’yi yeniden adlandıran Müslüman olarak gelen göçmenler nüfusunun yüzde on beşinden fazlasını oluşturmuyordu.
Hiç şüphe yok ki Mekke'den hicret eden Müslümanlar, her şeylerini Mekke'de bırakmak zorunda kaldıkları için maddi açıdan zayıf durumdaydılar. Eşyalarını yanlarında getirememişlerdi. Onların fakirlikleri, acizlikleri ve güçsüzlükleri, Hz. Peygamberin hikmeti ile giderilecekti. Peygamber, muhacirleri yerli Müslümanlarla kaynaştırmak için muhacirlerle ile yerli Müslümanlar arasında kardeşlik ilan etmiş ve yerli Müslümanlardan muhacirlere yardım etmelerini istemiştir. İslam'daki bu tarihi kardeşliğe muahat denir. Böylesine eşsiz bir hadise, İslam tarihinde Kuran'da övgüye konu olan iki önemli grubu meydana getirdi: Muhacirler (göç edenler) ve Ensar (yardımcılar). Bu kişiler hakkında Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: Bunlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sarılanlar ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler. Her kim nefsinin hırsından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır. (59:9) (Suat Yıldırım Meali)
Geleneğe göre, Peygamber Efendimiz Medine’deki yerli Müslümanlara Ensar ve Medine’ye gelen Müslümanlara da Muhacir adını vermiş ve onları kardeş ilan etmiştir. Ensar, miraslarından yasal haklar alması ölçüsünde, paralarını ve çiftliklerini muhacir Müslüman kardeşleriyle paylaştı. Ensar'dan biri öldüğü zaman muhacir kardeşi onun varisi olacaktı. Yardımcıların cömertliği ve Muhacirlerin dürüstlüğü, Abdurrahman bin Avf'ın (ö. 654) meşhur öyküsünde iyi bir şekilde tasvir edilmektedir. Ensardan olan kardeşi, malını onunla paylaşmak istediğinde, Abdurrahman bin Avf: “Allah, aileni ve malını bereketli kılsın. Sadece bana pazarın yolunu göster.” Abdurrahman bin Avf, o kadar başarılı oldu ki birkaç yıl sonra Medine'nin en zenginlerinden biri haline geldi.
Peygamberimizin ilan ettiği kardeşlik, topluma refah ve dayanışma getirmiştir. Bu sadece maddi bir iş birliği değil, aynı zamanda manevi bir iş birliğiydi de. Mesela, kardeşler sırayla Peygamber Efendimizi dinlerdi. Onlardan biri, işe gitmesi gerektiğinde, çalışmayan diğer kardeşinden Peygamberimizin sözlerini paylaşabilsin diye Peygamberimize refakat etmesini isterdi. Peygamberimizin ilan ettiği bu kardeşlik, muhacirler için sıcak bir ortam oluşturulmasına ve toplumun güçlenmesine de yardımcı olmuştur. Peygamberimiz, göçmenlerin topluma tam olarak entegre olmasında başarılı oldu: mesela, Afrikalılar ve kadınlar hiyerarşik topluma dahil edildi. Bu iki toplumun üyeleri arasındaki kardeşlik ilanı rastgele değildi. Peygamberimiz, onların özelliklerine, manevî uygunluklarına ve hatta zevklerine bakmış ve bu iki toplum kesimi arasında kardeşlik ilan etmiştir. Peygamberimizin onları iyice tanıması beş ay sürmüştür. Kur’an, “Düşman olduğunuzu hatırlayın. Allah kalplerinizi birleştirdi ve O'nun lütfuyla kardeş oldunuz” (3:103). Peygamber Efendimiz, muhacirlerin günümüz ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, bu kardeşlik beyannamesi ile muhacirlerin yaşadığı barınma ve beslenme sorununu başarıyla çözmüştür. Ensar'dan evlerini kardeşleriyle paylaşmasını istedi, onlar da yaptılar: Evlerini ikiye bölerler ve ikinci kısmı kardeşlerine verirlerdi. Ayrıca yemeklerini de paylaştılar. Bu, göçmenlerin kendi ayakları üzerinde durmalarına yardımcı oldu. Bu kardeşliğin en ilginç yanı, zorla değil, inançla bağlanmış olmasıdır. Yardımcılar muhacirlerle evlerini ve yiyeceklerini paylaşırken, bunu zorlanmadan kendi iradeleriyle ve yüreklerinin derinliklerinden yapıyorlardı. Kur’an vahyi gelip miras konusunda yeni yasal düzenlemeler getirene kadar, birbirinin mirasçısı olma geleneği devam etti. Bu gelenek İslam tarihi boyunca bir cömertlik örneği olagelmiştir.
Peygamber Efendimizin kurduğu kardeşlik geleneği muhtemel birçok çatışmayı engellemiş, aşiretçilik ve ırkçılığa dayalı husumetlerin önüne geçmiştir. Ayrıca, mala dayalı kibrin de önünü kesmiştir. Muhacirler ve Ensarlar arasında şefkat ve saygı gelişmiştir. Bu kardeşlik ilanının, toplumdaki farklı kesimleri birbirine entegre etmenin insanlık tarihine en önemli ve örnek uygulamalarından biri olarak kabul edilebileceği söylenebilir.
Göç ve Yardım
İslam'ın Müslümanlara verdiği sadaka verme teşviki, göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenen modern yardım kuruluşları için dikkate değer bir kaynak oluşturmaktadır. Kuran'ın sadaka dili, maddi destek ve eğitimden basit nezakete kadar hayatın her alanını kuşatmaktadır ve İslam'ın beş şartından biri olan zekâtın bir kısmı, fakirlere olduğu kadar masraflarını karşılayamayan yolculara da verilmektedir. Kuran'ın yolculara yardım edenlere vaat ettiği mükâfat sadece dünya ile sınırlı olmayıp ahireti de kapsamaktadır. Peygamberimizin önemli bir sözü, kardeşinin bir sıkıntısını, kederini gideren kimsenin ahirette Allah'ın onun kederini gidereceği fikrini ifade etmektedir. Bu tür bir keder, birçok göçmen için ortak bir deneyimdir ve bu hadisin işaret ettiği gibi, İslam, göçmenlerin durumlarının iyileştirmesi için insanları yardım etmeye teşvik etmektedir.
Göç ve mültecilik hem vahim insani durumlardır hem de acı çekme ve yardıma ihtiyaç duyma ile ilişkilidir. Mülteci kelimesi Kur'an'da kendi başına geçmez, ancak zekât alanlar arasında Kur'an ibn-i sebil diye bir kategoriden bahseder (bkz. Tevbe Suresi, 60). İbnü's-sebil kelime anlamı olarak gezgin demektir. Kur'an tefsirlerinde, "bir şehirden geçen yolcular, memleketlerinde malları olsa bile, yolculuklarına devam etmelerine yardımcı olacak hiçbir şeyi olmayanlar" olarak tarif edilmiştir (İbn Kesir cilt 4, 169).
Muhtaçlara kapıları açmanın önemini bizzat Peygamber Efendimiz şöyle vurgulamaktadır: "Muhtaçlara, yoksullara ve düşkünlere kapısını kapatan hiçbir lider yoktur ki, Allah da onun yoksulluğuna, muhtaçlığına ve düşkünlüğüne cennetin kapısını kapatmasın" (Tirmizi, hadis no: 1332). Başka bir deyişle hadis-i şerif, Allah'ın, kapılarını açmayanlara refah, bolluk ve bereket getiren İlahi Rahmetinin kapılarını kapatacağını açıklamaktadır. Ya da başka bir deyişle, mültecileri kabul etmek onları kabul eden toplumun rızkını azaltmayacaktır; hatta tam tersine çoğaltacaktır.
Ahir Zamanda Göç ve Mülteciler
Başka bir hadis-i şerifte hicretin bekası, “tövbe bitmedikçe hicret bitmeyecektir. Kıyamete kadar tövbe asla bitmeyecektir” (el-Tayalisi, t.d. 2). Bu hadis, göçün her insanın yeryüzündeki yolculuğunun bir parçası olduğuna ve yeryüzündeki hayat devam ettiği müddetçe devam edeceğine işaret etmektedir. Yani göç, kıyamete kadar asla bitmeyecektir. Göç, insan doğasının bir parçası olduğu için insanların bu sorunla başa çıkabilmeleri için kurumlar geliştirmeleri gerekmektedir. Dini açıdan bakıldığında, insanlık tarihi boyunca dinsel göçler olacaktır. Bu göçler, dini zulümden kaçmak veya İlahi mesajı yaymak için yapılabilir. Hadisin diğer bir yönü de göçün beşerî bir hadise olduğu ve devam edeceği, dolayısıyla insanlığın bunun bilincinde olması ve muhtemel musibetleri önlemek ve göçmenlerin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmalarına yardımcı olmak için elinden geleni yapması gerektiğidir. Nuaym bin Hammad, imtihan, yani fitne (Fiten) adlı kitabında Abdullah bin Ömer'den ilginç bir söz nakletmektedir: "İnsanların Allah'a en sevimlisi yabancılardır." Yabancı nedir diye soruldu. O şöyle cevap verdi: “Dinleri sebebiyle baskılardan kaçıp Meryem oğlu İsa etrafında toplananlar” (Hammad cilt 1, 77). Anlaşılan şu ki, Peygamberimizin bu önde gelen sahabisi, insanların şehirlerini ve mallarını terk etmek zorunda kalacakları bir kargaşa döneminden bahsetmektedir. Belki de bu, Müslümanların Hz. İsa'nın adaleti getirmek için Cennetten dünya'ya ineceğine inandıkları zamanın sonuna yakındır. Bu mülteciler Hz. İsa'nın etrafında toplanacak. Bu aktarımın tam anlamı anlaşılmaz, ancak belki de Hz. İsa'nın etrafında toplanmak, O’nun mesajının işaretidir: sevgi ve merhamet. Hz. İsa'nın mesajını benimseyen insanlar, mültecileri kabul etmeye açık olacaktır.
Vatan Sevgisi ve Yeni Ülke Arasındaki Denge
Göç etmek, bir kişinin doğup büyüdüğü asıl vatan toprakları terk etmek ve başka bir ülkeye taşınmak, duygusal yönden zor olabilir. Bu sebepten ötürü, eski ve yeni toprakların sevgisini dengelemek önemlidir. Yeni bir ülkeye göç eden ve orayı evi olarak gören insanlar varken, göç eden kişilerin hayatları boyunca asıl vatanlarına özlem duymaları daha muhtemeldir. Müslümanlar için bu duygusal zorluk, inançlarının teolojik ve mistik boyutları incelenerek aşılabilir. Başlangıç olarak, günümüzde tüm Müslüman inananların ana vatanlarını sevmeleri gerektiğini savunmak için sıklıkla kullanılan “vatan sevgisi imanın bir parçasıdır” diye iyi bilinen bir hadisi incelemek önemlidir. İslami göç desteği ışığında bu hadis-i şerifi nasıl anlamalıyız? En basit cevap, İslami öğretide gerçek ülkenin ahiret ülkesi olduğudur; sonu ve sınırları olmayan bir ülke. Ayrıca, Müslümanlar bu fikri düşündüklerinde bir çelişki görmemelidirler, çünkü bir ülkeyi sevmek, başka bir ülkeden nefret etmek anlamına gelmez. Bir Müslüman âlim bu sözü, müminin memleketini salih amellerle ve güzel şeylerle kurması gerektiğini söyleyerek tefsir etmiştir (el-Şafi'i, 2004, 37).
Hizmet Aktivistlerine Tavsiyeler
Hz. Peygamber'in İslam tarihinin erken dönemlerindeki muhacirlere yönelik uygulamaları, günümüzün göç ve göçmenlere yönelik yaklaşımına örnek olarak alınabilir. İslam öğretisi, göçmenler ve vatandaşlar arasında karşılıklı yardımlaşmayı sağlamak için çok önemli temellere sahiptir. Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleri, muhacirlerin yanı sıra sıradan vatandaşlardan oluşan barışçıl toplumların birçok örneğini içermektedir. Peygamberimiz, "Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe gerçek bir mümin olamazsınız." diyor. Aşağıda konuyla ilgilenen tüm Müslüman kuruluşlara tavsiyelerim yer almaktadır. Bunlar Hizmet aktivistleri için de geçerlidir:
Orta Çağ İslam hukukçuları, göç ve bunun İslam ile ilişkisi hakkında bir hukuk teorisi bütünü geliştirmişlerdi. Ancak onların hukuki beyanları artık zamanımızın mülteci krizini yeterince ele alamamaktadır. Bugün hukuk alimleri, değişen dünyamızın meydan okumalarına karşı yeni yaklaşımlar üretebilmeleri için İslam hukukunun, Kuran'ın ve sünnetin temel ilkelerinin rehberliğinde geçmişin hükümlerini yeniden değerlendirmelidir.
Müslümanlar İslami göç modelini ve İslam'ın evrenselliğini anlamalı ve ev sahibi toplumlarda kalkınmanın motoru haline gelmelidirler. Çünkü Allah'ın tüm topraklara sahip olduğu fikri Müslümanlara, doğdukları yer olsun ya da olmasın tüm ülkelerin Allah'ın ülkesi olduğu inancını vermektedir. Elbette böyle bir aidiyet duygusu, ayrımcılık, ırkçılık veya sosyal dışlanma nedeniyle ev sahibi toplumlarına yabancılaşmamalarını gerektirmektedir.
Müslüman muhacirler yeni toplumlarında hayatlarını yeniden inşa etmek için Allah'ın yardımını dua ile talep etmeli, bunu yaparken de Hz. Musa örneğinde olduğu gibi yardıma muhtaçların yardımına koşarak bu duanın fiili karşılığını yerine getirmelidirler. Tıpkı kendisi yardıma muhtaçken iki kadına yardım eli uzatan Hz. Musa gibi günümüz muhacirleri de yardıma muhtaç psikolojisinden bir an önce kurtulup, yardıma koşma duygusuyla hareket etmelidirler.
Müslüman muhacirler İslam dininin en mühim prensiplerinden olan dürüstlük ve istiğna gibi erdemlerden asla taviz vermemelidirler. İlk muhacir sahabeler bu konuda bize en güzel örnekler bırakmışlardır. Muhacirlerden Abdurrahman bin Avf'ın kendisine teklif edilen yardımı almaktansa dürüst bir ticaret başlatmayı tercih etmesi bizim için önemli bir örnektir. Yine Hz. Musa’nın Mısır’da saraydaki konumunu hiç gündeme getirmeksizin Midyan’da beden işçiliğini kabul etmesi ve bunu yaparken bir iffet ve dürüstlük abidesi olduğunu göstermesi de bize öğretiyor ki Müslümanlar böyle başarı örneklerini gösterseler, onları kucaklayan devlet de toplum da onlarla gurur duyacaktır. Amerika’da bu başarıyı göstermiş, sıfırdan başladığı halde bugün 2,000 kadar insana iş imkanı sağlayan Müslüman muhacirler vardır.
Muhacirler ruhi ve manevi gelişimlerini ihmal etmemelidirler. İnsan sadece bedenden ibaret değildir. Medine’ye hicret eden Sahabe-i Kiram Peygamberimizin mübarek sohbetini kaçırmamak için nöbet tutarlar ve birbirlerinin maneviyatlarını takviye ederlerdi. Herhalde asimile olmadan entegre olmak hedefinin bir boyutu da budur.
Muhacirler kardeşlik ve komşuluk bağlarının takviyesine de özen göstermelidirler. Özellikle de yerli halkla yapılan temaslarda sunilikten uzak, samimi ve doğal bağlar tesis edilmeye çalışılmalıdır. İçinde bulunulan toplumun bir parçası olmak için mahalli bir okulun yardım grubunda görev almak, kasabadaki bir yardım organizasyonuyla irtibata geçerek gönüllü olmak gibi zaten var olan ve farklı bir gündem hissi verme imkanı olmayan faaliyetlere yönelmek gerekir.
İnsanın doğup büyüdüğü ülkesinden ayrılması duygusal bir travmaya yol açabilir. Sadece bu duygusal zorluğu aşmak için bile iman kalesinin güçlü tutulması önemlidir. Her türlü güçlüğü aşmaya yeten iman kuvveti, gurbette karşılaşılan zorlukları da aşmaya yeter. Ama bunun için imanı güçlendiren okumalara, sohbetlere, kaynaklara bağlı kalmak gerekir. Hz. Bediüzzaman “Madem her yer misafirhanedir; eğer Misafirhane Sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer O yâr değilse, her yer kalbe bârdır (kalbe yüktür) ve herkes düşmandır.” diyor. Bu da kendilerine iman ve Kur’an hizmetine adamış olan insanlara bir hayli vazife yüklüyor.