Dünya Döndükçe: Derin Müslümanlık: Kayma Noktaları
Cenab-ı Hak, ilâhî âdeti gereğince insanları hayatları boyunca çeşit çeşit imtihanlara tâbi tutar. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle ifade edilir:
“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (el-Bakara, 2/155)
Bu ayet-i kerîme ile insanın çok farklı imtihanlara maruz bırakılacağı beyan edilmiş; ardından da bu bela ve mihnetlere sabredenlerin müjdelenmiş olduğu bildirilmiştir. Kulluk yolunda yürüyenlerin ayaklarının kayabileceği bazı tehlikeli noktalar vardır; bu kaygan zeminlere mezelle-i akdâm denir. İnsanın sürçmesine ve düşmesine sebep olabilecek, onu muvakkaten de olsa yolundan edebilecek bu kaygan zeminleri bir çerçeve içinde ifade etmek oldukça zordur. Başın bir batman taşı kaldırmasına mukabil, gözün bir saçı dahi kaldıramadığı gibi, bazı latifeler de saç kadar bir ağırlığa, küçük bir gaflet ve dalâlete dayanamaz. Bediüzzaman Said Nursî, vicdan mekanizmasını ve latifeleri izah ettiği bir yerde şöyle der:
“Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazât ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz.”
Bu tür latifeleri keşfettiği için de bizleri teyakkuza çağırır:
“Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük latifelerini onda batırma!”
Bediüzzaman Said Nursî tarafından en tehlikeli şeytânî tuzaklar, “Hücumât-ı Sitte” (Şeytanın Altı Büyük Hücumu) ifadesiyle tanımlanmış ve bunların her birinin birer mezelle-i akdâm (kaygan zemin) olduğu belirtilmiştir. Bu altı büyük tehlike, Mektubat adlı eserinde şu şekilde sıralanır: Hubb-u câh (şöhret tutkusu), havf (Allah’tan başkasından korkmak), tamâ (açgözlülük), ırkçılık, enaniyet (benlik) ve tenperverlik (rahat düşkünlüğü).
Bu kapanlara yakalanarak latifelerini öldüren insanların sayısı da az değildirMakam arzusu, tanınma tutkusu ve şöhret düşkünlüğü demek olan hubb-u câh az çok hemen her insanda bulunur ve başta ehl-i dünya olmak üzere birçokları için öldürücü bir kayma noktasıdır. Kimseden korkmamanın yegâne çaresi, korkulması gereken gerçek kaynaktan korkmak olduğunu bilmeyenler için ise havf (korku) bir ölüm çukurudur.
Bir şeyi hırsla istemek, açgözlülük ve doymazlık anlamlarına gelen tamâ, bazı şer odaklarının mü’minleri bile kendi menfur emellerine âlet etmek için kullandıkları, gazab-ı ilahîyi celbeden ve hayat-ı ebediyeyi bitiren bir tuzaktır. Irkçılık, insanın en zayıf ve fenalığa en açık damarını oluşturan bir hastalıktır. Bununla birlikte, enaniyet (benlik) ve hak erlerini bile dört duvar arasına hapseden tenperverlik de ayakları kaydıran tehlikeli virüslerdendir.
Şeytandan gelen bu hücum okları, isabet ettiği insanları ciddi şekilde yaralayan, yatağa düşüren ve hatta öldüren birer virüs gibidir. Mesela tamâ hissi, tûl-i emelden, yani uzun yaşama arzusundan ve bitmeyen isteklerden kaynaklanır. Ona yakalanan, hiç ölmeyecekmiş gibi hayata bağlanır. Gözü asla doymaz; onu da ister, öbürünü de. Bu isteklerini elde etmek için o kapı, bu kapı deyip sürünüp dururken hiç farkına varmadan çürür gider.
Tenperverlik ve rahata düşkünlük, insanı “hâneperest” yani aşırı derecede eve ve konforuna düşkün biri hâline getirir. Aslında aile ve yuva, dünyevî bir kısım ihtiyaçları gidermeye matuf ve ahiret hayatına hazırlık hususunda yardımcı bir unsur olmasına rağmen, onu evvelen ve bizzat maksud bir iş gibi algılayıp bir hâneperestlik duygusu içine girme, çok hatalı bir kayma noktasıdır. “Ya yuvamdan olursam, ya ailemi kaybedersem! Allah korusun, ya çocuklarımdan cüda düşersem!” gibi mülâhazalar, insanın mukavemet sistemini kıran ve onu bütün tehlikelere açık hâle getiren düşüncelerdir.
Bilhassa günümüz insanı açısından en kaygan zeminlerden biri enaniyettir. Hayatı kendi benliğine göre yorumlama, her şeyi şahsî takdir ve tercihlerine bağlama, umuma açık olan ve vicdan genişliğinden kaynaklandığı için fevkalade bir enginliği bulunan şeyleri kendi dar vicdanına –daha doğrusu daralttığı vicdanına– göre değerlendirerek pek çok genişi daraltma; dolayısıyla dünya kadar himmet ona açık duruyorken kapıları sürgüleme ve istifadeye kapalı olma, bu daraltma hâli hem hakikate ulaşma yollarını kapatır hem de insanın istifade ufkunu daraltır.
İman ve İslâm dairesi içinde bulunsa da insanın her an bu tür virüslere yakalanma ihtimali vardır. Mesela salih bir daire içinde bulunduğu hâlde bir insan, şöhret duygusuna kapılarak din adına ortaya koyduğu amellerin çehresini kirletebilir. Bir başkası ise ortaya koyduğu seçkin eserlerle kendisinden bahsedilmesini ve parmakla gösterilen biri olmayı arzu edebilir. Ama bu durum, onu yerin dibine batırabilir. Ayrıca insanın maruz kaldığı böyle olumsuz bir duygu, başka bazı negatifliklere de bir çağrıdır. Mesela şöhret duygusu gelip bir kere insanın sırtına bindi mi, onun daha başka ne türlü kötülüklere sürükleneceğini kestiremezsiniz.
Bunlar, Müslüman bir daire içinde bulunulsa bile her inanan gönlün karşı karşıya kalabileceği tehlikelerdir. Allah korusun, bu tür zeminler öbür dünyada insana “keşke” dedirtebilir. İhlâs düsturlarını kendisine rehber edinmediğinden ötürü, ortaya koyduğu başarıları kendine bağlayan, şöhret uğruna kullanan ve tebcîl ü takdîr peşinde koşanlar, ahirette şöyle hayıflanacaklardır:
“Keşke bir takdir, bir alkış uğruna bütün bu amelleri kendi elimle zayi etmeseydim! Boşa çıkarmasaydım! Bir hiç uğruna boşluğa yelken açmasaydım! Keşke sonucu ölüm olan akıntılara kapılmasaydım!”
Bu tür kuru telehhüf (iç çekerek hayıflanma), teessüf (üzülerek pişman olma) ve tahassürler (derin bir özlem ve kayıp hissiyle sızlanma) ile kıvranacak; hep pişmanlık soluklayacaklardır. Fakat ne acıdır ki bu sızlanışların kendilerine hiçbir faydası olmayacak, bilakis ızdıraplarını katlayacak ve musibetlerini artıracaktır.