Dünya Döndükçe: Derin Müslümanlık: Güzel Ahlak

From HizmetWiki Türkçe (Açık)
Revision as of 17:02, 18 July 2025 by Abdurrahman (talk | contribs)
(diff) ← Older revision | Latest revision (diff) | Newer revision → (diff)
Jump to navigation Jump to search

Güzel Ahlakı Kazanmanın Yolları

İslam, her hususta itidali esas alır. Güzel ahlak, fena huyları terk edip kalbin güzel vasıflarla bezenmesiyle mümkündür. Nefsin arzularından uzak durarak ruhun sesine kulak veren, doğruya açık hâle gelir. Kusurunu gören bir kul, Rabbinden hidayet bekler.

1. Kusurların Farkına Varma

Kusurların farkına varmak, mârifetullaha ulaşma yolunda ilk adımdır. İnsan, kendi hatalarını göremediği sürece o hatalarla yaşamaya devam eder ve bu da kalbin safiyetini zedeler. Geceleri secdelerde gözyaşı dökmüyor, her günahın ardından derin bir pişmanlık yaşamıyor, ailesindeki ihmallere karşı dertlenmiyorsa, burada bir eksiklik söz konusudur. Bu tür gafletlerin farkında olmak, kişinin Rabbine yönelişinde derinlik kazanmasına vesile olur.

Namazda "Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz" derken, bunu idrak ederek söyleyen kişi, doğru yola sevk edilme arzusunu gerçekten içinde taşır. Bu dua, sabahlara kadar gözünü açmadan geçirilen saatlerin hüznüyle, kalpteki bin bir eğriliğin ağırlığıyla söyleniyorsa, kul ne istediğini bilerek Allah'a yönelmiş demektir. Bu ise hakiki bir müracaatın ifadesidir.

Günahların vicdanda oluşturduğu ızdırap, insanın taşıdığı kalbin hâlini ortaya koyar. Tefekkür melekesini yitirmemiş biri, işlediği hatalardan utanır, Rabbine karşı hicap duyar. Bu yüzden, Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde inananlar murakabe içinde olmalı kalplerini yüce hakikatlere aşina kılmaya gayret göstermelidir. Günümüzde ilmî gelişmeler ne kadar ileri giderse gitsin, insan kendi kusurlarını görmedikçe gerçek bir terakki mümkün değildir.

İnsan, açıkça beyan edilen haramları öğrenmeli ve bunlardan uzak durmayı öncelikli hedef hâline getirmelidir. İlmi yeterli olmayanlar için yazılmış ilmihal ve ahlak kitapları bu konuda önemli birer rehberdir. Haramdan uzaklaşmak, kalbin temizliğini temin eden bir ilk adımdır. Ancak bu, sadece tevbe ile değil, tevbenin vicdanda sürekli bir ızdırap hâlinde yaşanmasıyla mümkündür. İşlenen bir günah affedilmiş olsa bile, müminin onu unutmayıp hatırladıkça mahcubiyet duyması gerekir.

Geçmişte yapılan bir hatayı unutmamak, yeni hatalardan korunmanın da en sağlam yoludur. Günaha karşı kalpte oluşan bir nefret, tekrar aynı hataya düşmeyi zorlaştırır. Bu hassasiyet, insanı daha temkinli yapar. Hasenatına bile şüpheyle yaklaşan bir kul, Rabbine karşı daima mahviyet içinde olur. Nefsi temize çıkarmayıp, onun isyankâr yönlerini görebilmek, hakiki bir arınmanın kapısını aralar.

Bununla birlikte, insanın çevresinde kendisine hatalarını hatırlatacak sadık dostlara ihtiyacı vardır. Hataları fark ettiğinde kulağını çekebilecek, ufak bir gevşeklik gördüğünde hemen uyarabilecek vefalı bir arkadaş, insanın kalbî istikametini korumasına yardımcı olur. Hazreti Ömer'in, kusurlarını gösterecek dostlar araması gibi bu yolda nasihat veren dost, kişinin kendini sorgulamasına vesile olur.

Kusurların fark edilmesinde, düşmanların tenkitleri de dikkate değer olabilir. Bazen sevmediğimiz kişiler, eksiklerimizi daha açık bir şekilde dile getirir. Haksız bile olsalar, bu tenkitler iç kontrol mekanizmasının işlemesine sebep olur. Bu da kişinin kendini yeniden değerlendirmesine ve daha sağlam bir duruş kazanmasına yol açabilir.

Son olarak, toplumla iç içe yaşamak da kişinin kendisini görmesini sağlar. Maşerî vicdan, birçok yanlışın düzeltilmesinde önemli bir etkendir. Halka karışmak, insanı hem başkalarıyla imtihan eder hem de kendini tanımasına fırsat sunar. Buna bir de Kur’ân ve Sünnet penceresinden bakıldığında, kişi kendini daha net görür. Bu iki kaynak, tavır ve davranışların mihenk taşı olmalıdır. Onlara göre yaşamak, hem eğriliklerin fark edilmesini sağlar hem de ahlakî tekâmülün yolunu açar.

2. Güzel Ahlak Yolunda Atılacak Adımlar

İnsanın mahiyetinde melekleri bile geride bırakabilecek latifelerle hayvanları utandıracak zaaflar bir arada bulunur. Şehvet, gadap ve akıl gibi kuvveler serbest bırakıldığında kişiyi şeytandan da tehlikeli bir hâle getirebilir. Ancak bu kuvveler terbiye edilip dengeye kavuşturulduğunda, hayâ, cesaret ve hikmet gibi yüksek ahlakî meziyetlerin kaynağı hâline gelir. Bu dengeyi sağlamak ise insanın iradesine bağlıdır. Zira irade, bu kuvveleri itidale yönlendiren ilahî bir emanet ve istikamet vesilesidir. İradenin hakkını vermeyen, nefsin arzularına esir olur; sorumluluktan kaçar, hakikat yolundan uzaklaşır.

Bu mücadelede ceht ve gayret esastır. Nefis, sürekli tembelliğe ve rehavete meyleder. İnsan ise kendini zorlayarak, her şeye rağmen istikameti muhafaza etme çabasını sürdürmelidir. Bu ceht, zamanla istikameti bir tabiat hâline getirir. İnsan yorulsa da durmamalı; kalbi, dili ve fiilleriyle her gün biraz daha güzelleşmenin yollarını aramalıdır. Bu gayret, sadece kişisel bir iradeyle değil, dışarıdan gelen uyarı ve yönlendirmelerle de beslenir.

Bu noktada vaaz ve nasihat dinlemek büyük bir fırsattır. Kalbi uyaracak, aklı irşad edecek sözler, gafletin izlerini siler. Gerçekten istifade edilen bir nasihat, yılların biriktirdiği bir eksikliği bir anda giderebilir. Aynı şekilde dua da kişinin zayıflığını idrak edip Rabbine yönelmesini sağlar. İnsan, aczini hissederek dua ettiğinde, Allah’ın rahmet kapıları ona açılır. Bu yöneliş, ahlâkın derinleşmesini de beraberinde getirir.

İnsanın ahlakını şekillendiren unsurlardan biri de çevresidir. İnsanın çevresinde bulunan dostları, ailesi ve ortamı, onun ya kemale ya da düşüşe sürüklenmesine sebep olabilir. İnsanı hayra teşvik eden bir çevre, güzel ahlâkın yerleşmesine büyük katkı sağlar. Son olarak, bütün bu gayretlerin ihsan ruhuyla yapılması gerekir. Allah’ın her an kendisini gördüğünü bilen bir kul, davranışlarına dikkat eder; nefsin oyunlarına kapılmaz. Bu şuur, kişinin sözlerinde ve fiillerinde derin bir hassasiyet doğurur. İhsan şuuru, güzel ahlâkın kalıcılığını temin eden en güçlü temeldir.

3. Kötü Ahlaktan Korunmanın Yolları

Güzel ahlakın kalpte kökleşmesi, ancak istikamet ve ihlasla yoğrulmuş bir teveccühle mümkündür. Bu noktada, insanı günaha götürebilecek yolları baştan kapatmayı esas alan 'sedd-i zerâi' prensibi özel bir önem arz eder. İstikametten sapmış bir kalpte ahlakın yerleşmesi beklenemez. Kalbî istikamet ise, tevhid şuuruyla, düzenli ibadetle ve bâtıl arzulardan uzak durarak kazanılır. Bu bağlamda, sedd-i zerâi prensibi büyük önem taşır; kişiyi günaha sürükleyecek yolları kapatmak, kalbi rikkat ve marifetullaha açık hâle getirir. Kalp, ne kadar ibadetle beslenir, ne kadar masivadan uzak tutulursa o ölçüde rikkat kazanır ve feyze mazhar olur.

Kalp, yön değiştirmeye müsait bir latifedir; bazen Hakk’a teveccüh eder, bazen dünyaya yönelir. Bu yüzden sürekli doğru istikamete sevk edilmesi gerekir. Teveccühte derinleşen bir gönül, gözyaşlarıyla rikkat kazanır. Bu da, kalbin hakikî dirilişine vesile olur. İman güçlendirildikçe kalpte bu teveccüh kalıcı bir istikamet hâline gelir. İnsan, zaman zaman düşse de doğrulup yola devam etmesini bilmeli; zaaflarının farkına vararak yeniden Allah’a yönelmelidir.

Kalbî kıvam, sadece bilgiyle değil; sahih bir niyet, sağlam bir irade ve istikrarlı bir teveccühle kazanılır. Günahlara karşı iradeyi kullanmak, fena hasletleri hayra çevirmeye çalışmak ve şuuraltını tertemiz tutmak bu yolculuğun zaruri adımlarıdır. Bu yolda dua, iltica ve Allah’a sığınma, kulluğun temel dayanaklarındandır ki, insanın kulluk çizgisini belirler. Zihni ve vicdanı kirleten her şey temizlenmeli; kalp, ihsan şuuru ile beslenmelidir.

Ahlâkın tabiatın bir yanı hâline gelmesi ancak yalnız kalmaktan sakınıp salihlerle beraber olmakla, güzel örneklerle iç içe bulunmakla daha sağlam bir hâl kazanır, Kalp, Allah’ın huzurundaymış gibi bir rikkat kazandığında, davranışlara nezaket ve adalet yansır. Böyle bir kıvam, heva ve heveslerinden sıyrılmış, Hakk’a açık kalplerin eseridir. Bu hâl, güzel ahlakın hem menşei hem de meyvesidir.

4. Melekûta Açılma

Ahlâkî olgunluğa ulaşmak isteyen bir mümin için en temel şart, nefsin arzu ve hevesâtını aşabilmektir. Nefis, sürekli hevâya meyleder; menfaat ve şehvete kilitli isteklerle insanı esir almak ister. Oysa bu arzu ve heveslerin önüne geçilmedikçe, kalp istikametini bulamaz. Bu açıdan nefsin taleplerini dizginlemek, iradenin hakkını vermekle doğrudan ilişkilidir. Kendi zaaf ve temayüllerini tanıyan bir insan, onları ıslah etme yolunda daha bilinçli bir mücadele verir.

Yeme ve içmede dengeyi korumak, bu mücadelenin başlangıç noktalarındandır. Tıka basa yemek, insanın manevî yönünü köreltir; kalbi gaflete sürükler. Az yemek, az konuşmak, az uyumak gibi nefsi sınırlayan davranışlar, ruhun yükselmesine imkân tanır. Bu şekilde hareket eden kişi, cismaniyetin baskısından sıyrılarak kalbinin sesini daha net duyar. Ahlak, bu sade ve ölçülü hayatın semeresi olarak yeşerir.

İrade, sadece nefsi sınırlamakta değil; güzel huyları yerleştirmekte de belirleyici bir unsurdur. İradenin hakkını vermek, sadece kötülüklerden sakınmak değil; aynı zamanda iyiliği tercih etmekte kararlılık göstermek anlamına gelir. Bu kararlılık, ahlaki bir istikameti sabitleştirmede en etkili adımdır. Ceht ve gayret, bu sürecin temel direklerindendir.

Kalbin hayat bulması ve sekinete ermesi için evrâd u ezkâr, vazgeçilmez bir destek kaynağıdır. Zikirle canlanan bir kalp, nefsin sesini bastırır ve sürekli Hakk’a yönelir. Günlük dualar, tesbihatlar ve Kur’ân tilaveti, ruhu besleyen manevi bir iklim oluşturur. Bu atmosferde yaşayan insanın kalbi yumuşar; rikkat kazanır ve ahlaki güzelliklere açık hâle gelir.

Tefekkür, bu süreci tecdid eden bir yöndür. İnsan, hem kendi iç dünyasını hem de kâinat kitabını derinlemesine tefekkür ederek marifetullaha ulaşır. Bu idrak, nefsin vehmî hâkimiyetini kırar; kişiyi ilahî hakikatlere açar. Tefekkür eden bir kalp, hem haddini bilir hem de Hakk’ın büyüklüğü karşısında kemâle doğru yürür.

Bütün bu adımların kalıcı hâle gelmesi, süreklilikle mümkündür. Nefsi aşma, ölçüde sebat, iradede dirayet, zikre vefa ve tefekkürde derinleşme gibi basamaklar; güzel ahlakın ruh ve bedenle bütünleşmesini sağlar. Bu merhalede kişi, hem Rabbine karşı derin bir saygı duyar hem de mahlûkata karşı müsamahakâr ve adil davranışlar sergiler. Böylece güzel ahlak, sadece ferdî bir meziyet değil, yaşanan bir hakikat hâline gelir.

Güzel Ahlakî Davranışlar

1. İhlas ve Samimiyet

İhlas, kişinin gönül saffeti ve fikir istikameti içinde, sadece Allah’ın rızasını gözeterek, tam bir sadakatle kullukta bulunması ve yaşamasıdır. Amellerin Allah nezdinde kabulü de ihlasa bağlıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerimde de ihlaslı olmak emredilmiş ve insanlığa örnek olarak gönderilen Zâtı da (sallallahu aleyhi vesellem) ihlası ile tanıtmıştır. Üstad Bediüzzaman da ihlas mevzuu ile ilgili iki risale yazmış ve ihlası tevfik-i ilahînin en önemli vesilesi olarak görmüştür. Bununla birlikte Muvaffakiyetler ve lütufların istidraç olabileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır. İhlasın kazanılması imanın gücü ile doğru orantılıdır. İman taklidi imandan tahkiki imana dönüştükçe Allah-u Teala ihlası kalbte bir meşale gibi yakar.

İman ve ihlas kardeşliği vifak ve ittifakı da netice verir. Hz Pîr’in ifadesi ile Şahs-ı Manevî haline gelmiş bir heyet, iştirak-ı â’mâl-i uhreviye sırrına erer. Bazı zamanlarda ve bazı hâllerde Allah (celle celâluhu), içinde bulunulan şartlar sebebiyle az amele kat be kat fazla değer verir. Bu sebeple iman ve ihlas adına müzakerelerle tahkiklerde bulunmalı meseleleri farklı yönleri ile değerlendirmelidir.

2. Sıdk (Doğruluk)

Kur’ân, “müdhal-i sıdk”, “lisan-ı sıdk”, “kadem-i sıdk” gibi ifadelerle dünya-ahiret saadetinin anahtarı olarak doğruluğu gösterir; Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, “Doğruluk cennete, yalan cehenneme götürür.” buyurarak sıdkı, imanın tabiî bir tezahürü olarak takdim eder. Sıdk, yalnızca doğru söz değil; doğru davranış, doğru niyet ve iç-dış tutarlılığı da kapsayan geniş bir erdemdir. Bu doğruluğu hayatının her sahasına yerleştiren, özü sözü bir olan hak erleri “sıddîk” unvanını hak ederler. Bu çizgide zirveyi tutanların en önde geleni, her hâliyle Hakk’a tasdikte kemale eren ve i‘lâ-i kelimetullahı hayatının gayesi bilen Hz. Ebû Bekir’dir (radıyallahu anh). Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren yalan olduğu gibi, Muhammedü’l-Emîn’i (sav) a‘lâ-i illiyyîne çıkaran sıdktır.”

Yalan, küfrün esası ve nifakın ilk alametidir; küçüğü büyüğü yoktur, kalpte yaranın başlangıcıdır. Mümin, dilini en ufak hilâf-ı vâkiden dahi korumalı, konuşamayacağı yerde ise hikmetli sükûtu tercih etmelidir. Çünkü yalan, imanın ışığını söndüren sinsi bir karanlıktır.

Buna göre mümin, sözüne de sükûtuna da ölçü koymalı; konuştuğunda doğruyu söylemeli, bazen de susarak hikmetin gereğini yerine getirmelidir. Böylece hak erinin yolu ikiye iner: ya doğru söylemek ya da susmak. Dava-i nübüvvetin kapı kulları da ancak sıdk ve sadakatle emniyet ve itimada vesile olabilirler.

3. Emanet ve Güvenilirlik

Emanet; güvenilir olma, kendisine tevdi edilen her şeyi hakkıyla koruma ve hıyanetin en küçük bir çeşidinden dahi sakınmadır. Aynı kökten türeyen “iman” gibi, emanet de müminin temel vasıflarındandır. Mümin, yalnızca inancıyla değil; her hâliyle güven telkin eden, özü sözü bir, emniyet insanıdır.

Peygamberler bu güvenin zirve temsilcileridir. Kur’ân, onların “emin” sıfatını vurgular; Allah’ın kelamı, güvenilir bir melek olan Cibril vasıtasıyla, emin bir Peygamber’e indirilmiştir. Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberliğinden önce dahi “Muhammedü’l-Emin” olarak tanınmış; emniyetiyle toplumun itimadını kazanmıştır.

Emanet, yalnızca eşyayı ya da sırları değil; görevleri ve sorumlulukları da kapsar. Ehil olmayana iş vermek bir emanete ihanettir ve bu, toplum düzenini bozan büyük bir sapmadır. Emanet bilinci zayıfladığında kıyamet yakın demektir. Zira, Allah Resûlü “Emaneti olmayanın imanı da yoktur.” buyurmuş; iman ve güvenilirlik arasında kopmaz bir bağ kurmuştur.

Bu durumda mümin, her şartta güven duyulan kişi olmalı; sadakat, dürüstlük ve sorumlulukla bu emaneti hayatın her alanında temsil etmelidir.

4. Af ve Müsamaha

Dinin ruhunda sevgi vardır. Kâinat bir sevgi şiiri olarak yaratılmış, varlık bu şiirin kafiyesi kılınmıştır. İmanla aydınlanan bir kalp, mahlukata Yaratıcı’nın eseri olarak bakar; insanlara alâka, şefkat ve muhabbetle yaklaşır. Buna karşılık, iman nurundan mahrum bir gönül, kâinatı düşman varlıklarla dolu bir matemhane gibi görür; tedirginlik, korku ve kinle yaşar.

Af, ilahî ahlakın bir tezahürüdür. Allah, kullarını hemen cezalandırmaz; tevbe edenleri affeder, bağış kapılarını hep açık tutar. Kur’ân-ı Kerim, müminleri öfkesini yutmaya, kusurları bağışlamaya ve kötülüğü iyilikle savmaya çağırır. Zira affetmek, kalpleri yumuşatır; kin ise düşmanlığı derinleştirir. Affeden, ilahî affa en layık olandır.

Bediüzzaman’a göre, hasmı mağlup etmenin en kısa ve en emin yolu, kötülüğe iyilikle karşılık vermektir. Affetmek, nefsi aşmakla mümkündür; nefsine takılan daralır, onu aşan ise insanlığa açılır. Her insan affedilmeyi ister; o hâlde affetmek de insana yakışandır. Af ve müsamaha, sadece bir fazilet değil, aynı zamanda ilahî rahmete ulaşmanın da bir vesilesidir.

5. Şefkat ve Merhamet

Şefkat, Cenab-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm isimlerinin yeryüzündeki tecellisidir. Başkalarının acılarına ortak olma, muhtaçlara yardım etme, karşılık beklemeksizin sevgiyle yaklaşma duygusudur. Ancak şefkatin hakiki kemali, insanları ebedî azaptan kurtarma istikametindeki ceht ve gayrettir. Bu yönüyle iman hizmetinde şefkat; yaşamak değil yaşatmak, kurtulmak değil kurtarma arzusudur. Peygamberâne şefkat, gerekirse cennetten vazgeçme kararlılığına varan beklentisiz bir merhamet ufkudur.

Kur’ân-ı Kerim bu ufku “sarp yokuş” benzetmesiyle ifade eder: Yetimi ve yoksulu doyurmak, köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, sabrı ve merhameti tavsiye etmek. Bu yönüyle şefkat, sadece bir his değil; insanlığın hem dünyası hem de âhireti adına sorumluluk üstlenmektir. Çünkü mümin, kalbindeki şefkatle sadece sevdiklerine değil, dalâlet içinde bocalayanlara da el uzatır. Onların hidayeti adına titreyen bir gönül taşır ve bu sayede katılaşmış kalpleri dahi yumuşatabilir.

Şefkat, bir anne rikkatiyle ümmeti sinesine sarmak; bir peygamber kararlılığıyla insanları ebedî hüsrandan kurtarma mücadelesi vermektir.

6. Tevazu ve Mahviyet

Tevazu, insanın yüzünü yere indirmesi; ilim, makam, servet ve soya rağmen kendini sıradan bir kul bilmesidir. Bu hâl, sadece dışa dönük bir alçak gönüllülük değil, iç âlemin selimiyetinden doğan bir vakar ve edep tavrıdır. Ruhen yüce olanlar mütevazı; iç âlemi çökmüş olanlarsa çoğu zaman kibirle kendini büyütme gayretindedir. Gerçek tevazu, insanın hem Hak hem halk karşısındaki konumunu bilmesiyle başlar. Zira Allah için eğilenleri Allah yüceltir; kibirlenenleri ise zelil eder.

Nebevî ahlâkta bu duruş en berrak haliyle görülür. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir kul gibi yaşamış; kölelerle oturmuş, meclislerde fark edilmez olmuş, Mekke’ye zaferle girerken dahi başını eğmiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, kemâlin nişanesi küçüklüktür; çünkü gül toprakta biter.

Gerçek mahviyet, insanın kendini sürekli hesaba çekmesi, her durumda Allah’a karşı el pençe divan durmasıdır. Nimetler karşısında şımarmayan, övgüyle sarhoş olmayan, inkisar anlarında ise isyana düşmeyen bu tavır, irşad ve temsil yolunun da vazgeçilmezidir. Varlığını toprak gibi gören; haddini bilen, susmayı bilen, kendini değil davasını anlatanlar bu yolun sadık yolcularıdır.

7. İffet

İffet, kuvve-i şeheviyenin ifrat ve tefritinden uzak tutulması; fısk u fücûr ile humûd arasında, haya ve ismet ölçülerinde dengeyi muhafaza etme hâlidir. Cismanî ve behimî arzuların irade ile kontrol altına alınmasıdır. Hazreti Yusuf’un iffeti uğruna zindanı tercih etmesi ve Hazreti Meryem’in pak, nezih ve mücessem iffet hâli, bu seciyenin zirve misalleridir.

Kur’ân, iffeti sadece bedene ait bir korunma olarak değil; haram bakışlardan sakınmaktan başkasına el açmamaya, izzet ve istiğna içinde yaşamaktan, kendine ait olmayan ve yakışmayan her şeye karşı mesafeli durmaya kadar geniş bir zeminde ele alır. El, göz, kulak gibi uzuvları helal daireyle sınırlandırmak iffetin zahirî yönüdür. Asıl dikkat edilmesi gereken, günaha giden yolları henüz tahayyül seviyesinde kapatmak ve uçurum kenarına dahi yaklaşmamaktır.

İffetin farklı boyutları da vardır: Kişinin haddini bilmesi, makam ve imkânlar karşısında hevesle öne atılmaması, meslek ahlakına riayet etmesi, gerektiğinde müstağni davranarak bir başkasını öne çıkarması da bu çerçevede değerlendirilir. Aynı şekilde düşünce iffeti; heva ve hevesi fikir diye sunmamak, derin hakikatleri pespaye ifadelerle gölgelememek, dilin ve üslubun nezihliğini koruyarak fikrî sadakati gözetmektir. Zira her amel gibi düşünce de hayalde başlar. Bu yönüyle iffet, sadece ahlâkî bir meziyet değil, şahsiyeti ve toplumu koruyan bir seddir.

8. Cömertlik

Kur’ân, insan nefsinin menfaate düşkün ve cimriliğe meyilli yaratıldığını bildirir; bu fıtrî yöneliş, aslında malı tutumlu kullanmak ve yeryüzünü imar için verilmiştir. İsraf ve hırsın karşısında bir denge ahlâkı olarak cömertlik, Allah’ın “Cevâd” ismine açılan bir hâl kapısıdır. Cömertlik; iyilikseverlik anlamındaki semâhat, gerektiği kadar verme sehâvet, bolca harcama cûd, muhtaçken bile başkasını tercih etme ise îsâr olarak derecelenir. Her bir mertebe, kulluğun ayrı bir ufkunu yansıtır.

Allah yolunda infak etmek, malı eksiltmez; bilakis bereketini artırır. Efendimiz (s.a.s.)’in “Sadaka malı eksiltmez.” beyanı, bu ilâhî hakikati perçinler. Cömertlik, kalbin amelidir; servetin değil. Peygamber Efendimiz’in iradi fakr içinde sürdürdüğü zengin ruh hâli, cömertliğin zirve örneğidir. Sahabe-i kiramdan Hz. Ebû Bekir’in malının tamamını vermesi, Hz. Osman’ın yüzlerce deveyi yükleriyle birlikte infak etmesi, Hz. Ebû Talha’nın en sevdiği bahçesini bağışlaması bu ahlâkın canlı nişanelerindendir. Kur’ân’ın “Sevdiğiniz mallardan infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız.” fermanı, bu ruhun temel şiarıdır.

Kenzi, yani hakkı verilemden biriktirilen malı, engelleyen, bereketi çağıran ve kalbi arındıran bu ahlâk, neticede kişiyi Allah’ın rızasına götüren yegâne sermayedir.

9. İsâr (Başkalarını Kendine Tercih Etme)

Îsâr, insanın başkasının ihtiyacını kendi ihtiyacından üstün tutmasıdır. Kur’ân bu ahlâkı, “Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler”[90] âyetiyle taltif eder. Asr-ı Saâdet’te bu haslet, hayatın merkezindeydi; sahâbî, yalnızca yiyeceğini değil, imkanını, makamı, ilgiyi ve fırsatı da kardeşiyle paylaşırdı. Yermük’te ölüm anında dahi suyu birbirine devreden şehitler, îsârın sadece malla değil, kalbin nezahetiyle mümkün olduğunu gösterdi. Îsâr, faziletten öte bir kalb amelidir; kalp bozulunca bu ruh kaybolur, onunla birlikte şefkat, mahviyet ve birlikte yaşama iradesi de söner.

Bugün toplumu parçalayan bencillik, rekabet, kıskançlık ve ayrışmaların temelinde îsâr ruhunun çöküşü vardır. Îsâr yalnızca maddi paylaşım değil; makamda, mevkide, ilgide, takdirde de geri durabilmektir. Hz. Ömer’in hilafet konusunda Hz. Ebû Bekir’e biat etmesi, miraçtan dönen Allah Resûlü’nün (s.a.s.) ümmeti uğruna yeniden bu mihnet yurduna dönmesi, îsâr ruhunun en parlak misallerindendir. Çağımızın “ben” merkezli bunalımını tedavi edecek en tesirli iksir, bu ruhun yeniden ihyasıdır. Toplumları bir arada tutacak olan, işte bu diriltici îsâr hasletidir.

10. İstiğna (Allah’tan Başkasına El Açmama)

İstiğna, kulun yüzünü yalnızca Allah’a dönmesi, O’ndan başkasına el açmaması ve gönlünü toklukla donatmasıdır. Varlıkta da yoklukta da kulluğun izzetini koruyarak kanaat ve iktisatla yaşamak, peygamberâne bir vakarı kuşanmak demektir. Kur’ân-ı Kerîm bu duruşu enbiyânın diliyle tekrar tekrar vurgular: “Ücretim ancak Rabbimdendir.” Zira peygamberler ve onların vârisleri, hiçbir hizmetlerinin karşılığını insanlardan beklememiş; risalet görevini tam bir istiğna ruhuyla ifa etmişlerdir.

Hizmet insanı da bu çizgide yürümeli, ne takdirden ne teveccühten beslenmeli; minnet altına girmektense, bir öğünle iktifa etmeyi göze almalıdır. Zira bir beklenti, adanmışlığın ruhunu gölgeler; bağımsızlığı zedeler, hizmeti vesayet altına sokar. Gerçek istiğna, yalnızca malla değil, makam, mevki ve övgüyle sınanırken de dimdik kalabilmektir. Hakiki bir mü’min, alkışları içinden tahkirle karşılar; kalbinde yalnızca Allah’a yer açar. Çünkü istiğna, sadece dünyaya değil, uhrevî payelere dahi kapılarını kapatarak “Bana Seni gerek Sen’i” diyebilmektir.

11. İktisat ve Kanaat

İktisat, ölçüyü korumak; israfa, gösterişe ve lükse karşı durarak harcamada dengeyi gözetmektir. Kanaat ise elindekine razı olup fazlasına göz dikmemektir. Her iki kavram da hem dünyevî hem uhrevî saadetin temellerindendir. Kur’ân, “Yakınlarına hakkını ver ama sakın saçıp savurma” buyurur ve bu çizgide orta yolu gösterir. Çünkü iktisat, nimete saygı; israf ise küfran-ı nimettir. İktisatlı bir hayat hem sıhhati hem izzeti hem de bereketi getirir; israf ise insanı kanaatsizliğe, fakr u zarurete ve zillete sürükler.

İktisat yalnızca maddî harcamalarda değil; zaman, sağlık, akıl ve duygular gibi manevî nimetlerin kullanımında da kendini gösteren ahlakî bir davranıştır. Mümin, bu dünyada sâde yaşamalı, helal dairede kalmalı, fakat kalben dünyaya bağlanmamalıdır. Sahabe örneğinde olduğu gibi, nimetin hesabını düşünen kişi lüks ve ihtişamdan uzak durur, mütevazı bir hayatı tercih eder. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) “İktisat eden fakirlik çekmez.” buyurmuş, sâde hayatıyla ümmetine örnek olmuştur.

İsrafın yaygınlaştığı, lüksün ihtiyaç hâline getirildiği çağımızda, iktisat bir izzet ve duruş meselesidir. Kanaatkar kişi şükürle yaşar, başkasının nimetinde gözü olmaz. Müsrif ise hırsla helal sınırlarını zorlar, ruhunu da haysiyetini de yitirir. O hâlde mümin, her sahada israftan uzak durmalı; iktisat ve kanaati bir hayat disiplini olarak benimsemelidir.

12. Sabır ve Teenni

Sabır, musibet, zorluk ve acılar karşısında dişini sıkıp dayanma iradesidir; insanı toprağa bağlılıktan kurtarıp yüce makamlara aday kılan bir sıçrama zemini, ruhun terakkisinin anahtarıdır. Onun bir şubesi olan teenni ise, düşünmeden hareket etmeme; her işin önünü sonunu araştırarak adım atma basiretidir. Sabırla insanlık yolunda tekâmül edilir, sabırla nefsin baskılarından sıyrılır, sabırla yüceliklere erilir.

Sabır, başlangıçta sabir otu gibi acıdır ama neticesi şeker şerbettir. Enbiya, evliya, asfiya hep sabrın zirvesini yaşamış, bela ve musibetler karşısında metanetle ayakta kalmışlardır. Onların izinden giden her mümin de, çekerek ve katlanarak Allah’ın takdir ettiği makamlara ulaşır. Kur’ân, sabrı emirle övmüş, sabredenlere maiyyet-i ilahiye vadetmiş, sabrın hem bu dünyada hem de âhirette ecrine dikkat çekmiştir. Hz. Eyyub ve Hz. Yakub’un duaları gibi, hâlini yalnız Allah’a arz etmek; tevekkül ve teslimiyet içinde kalmak da sabrın incelikli tezahürlerindendir.

Sabır; sadece musibetlere katlanmak değil, masiyetten uzak durmak, ibadette sebat göstermek, nefsin isteklerine karşı dirençli olmak, zamanın gereklerine boyun eğmek ve şeytanî aceleciliğe karşı fıtrî kanunlara saygı göstermektir. Sabır, zamanla yoğrulmayı, neticenin ilahi takdirle geleceğini bilmeyi ve sebeplerle netice arasında kurulmuş ilahi nizamı fark etmeyi gerektirir. Hakkıyla sabreden, sadece kendini değil, temsil ettiği ahlâkı da korur; sabrı sayesinde hem huzura hem de saadet-i ebediyeye erişir.

13. Vefa

Vefa, dost ikliminde yetişen bir güldür; düşmanlık atmosferinde görülmesi nâdirdir, hatta mümkün değildir. Duygu, düşünce ve tasavvurda aynı şeyleri paylaşanların arasında soluklanan bu fazilet, sevgi ve mürüvvet bağrında gelişir, kin ve kıskançlık ikliminde ise bir anda söner gider. Kalbî ve ruhî hayatı olmayanlarda vefadan bahsetmek güçtür; çünkü ahde sadakat, doğru beyan, mesuliyet duygusu vefanın asli unsurlarıdır. Vefasızlara güvenenler, sonunda hicranla baş başa kalır. Oysa vefa; ferdin güvenilirliğini artırır, yuvayı canlı tutar, milleti faziletlere ulaştırır, devleti itibarlı kılar. Toplumun bütünleşmesini temin eden bu fazilet, sonsuzlukla taçlanınca önündeki bütün tıkanıklıkları aşar.

Nebîlerin ve Hak dostlarının hayat çizgisi hep vefa ile belirlenmiştir. Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. İbrahim ve Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhimüsselam) bu ulvî fazileti her durumda yaşayıp temsil etmişlerdir. Vefanın kriteri; Allah’a verilen sözde durmak, insanlara karşı ahdi gözetmek, görülen iyiliklere karşı samimiyetle mukabele etmektir. Bu fazilet, sadece insanlara değil; bir ağaca, bir eşyaya, bir hatıraya karşı da sergilenebilir. Vefa, derecesine göre her bağa sadakati gerektirir. İşte bu şuurla yaşanan bir hayat, hem insanlığın hem de Müslümanlığın gerçek rengidir.

14. Hüsnüzan

Hüsnüzan, insanın iç safvetine bağlı olarak başkaları hakkında iyi niyetli, olumlu ve güzel düşünceler taşımasıdır. Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, ruhunda iyi şeylerin tohumlarını inkişaf ettirir ve sinesinde kurduğu cennetlerde yaşar gider. Kur’ân ve Sünnet çizgisinde hüsnüzan teşvik edilirken, suizan, tecessüs ve delilsiz hüküm gibi davranışlar yasaklanmıştır. Rehber-i Ekmel Efendimiz hüsnüzanı kulluğun güzelliği olarak tarif etmiş, Nur Müellifi ise kalbi ifsat eden dört hastalıktan biri olarak suizannı zikretmiştir. Mümin herkesi kendisinden üstün görmeli; zahirde şahit olduğu çirkinlikler karşısında dahi “ihtimal yanlış gördüm” mülahazasıyla hükümden uzak durmalı, dua ile geçip gitmelidir.

Bu noktada yazar, çarpıcı bir düstur sunar: “Suizanda isabet etmektense hüsnüzanda yanılmak daha hayırlıdır.” Mümin, yalnız insanlar hakkında değil, Allah hakkında da hüsnüzan taşımalıdır. Günahkâr olsa da Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli; fakat bu reca duygusu yeni günahlara kapı aralamamalıdır. Ayrıca kişi, kendisi hakkında suizanna sebep olabilecek davranışlardan da uzak durmalı, özellikle şahs-ı manevî temsil eden kimseler, ümmete zarar verebilecek en küçük davranışlara karşı temkinli olmalıdır.

15. Vakar ve Ciddiyet

Ciddiyet, bir mefkûre insanının davasını temkin, gayret ve derin bir mesuliyet şuuruyla ele almasıdır. Bu, sistemli düşünmeye, sağlam planlarla yürümeye ve davranışlarda hafiflikten uzak durmaya bağlıdır. Ciddiyet; ölçüsüz konuşmalardan, laubalilikten ve gereksiz şakalardan kaçınmaktır. Ancak bu hâl tekebbür değil, vakarla harmanlanmış tevazu hâlidir. Bazı konumlar vakar isterken bazıları mahviyet gerektirir. Bu dengeyi korumak, insanı konumuna uygun kıvamlı bir duruşa taşır. Gerçek ciddiyet ise, Zât-ı Uluhiyet’e karşı saygının gereği olarak kulun, her hâline nigehbân olan Rabb’inin gözetimi altında yaşamaya çalışmasıdır.

Ashabın Peygamber Efendimiz’e karşı takındığı tavır bu ciddiyetin en mücessem örneğidir; O’nu dinlerken başlarında bir kuş varmış gibi hareketsiz durur, her kelimeyi huşû içinde dinlerlerdi. Davaya gönül vermiş insanların da bu çizgiyi taşımaları elzemdir; zira yersiz davranışlar sadece şahsî duruşu değil, topluluğun havasını ve bereketini de zedeler. Mizah ise İslam’da ölçülüdür; latife hikmet taşır, yalan içermez ve asla vakar sınırını aşmaz. Efendimiz (s.a.s.) az ve ölçülü güler, fakat tebessümüyle hep bir ferahlık taşırdı. Sonuç itibariyle ciddiyet, bir dava insanının vakarla örülmüş şahsiyetine hem Rabbinin nazarında hem de halk nezdinde derinlik kazandırır.

16. Tatlı Dil ve Mülayemet

Tatlı dil ve mülayemet, Kur’an’da Hazreti Musa ve Harun’un Firavun gibi bir zorba karşısında dahi “kavl-i leyyin” ile hitap etmeleri emriyle sabit olmuş ilahi bir esastır. Bu emir, muhatabın kimliği ne olursa olsun, hakikatin yumuşak söz ve üslupla sunulmasının esas olduğuna işaret eder. Uhud’daki geçici hezimet sonrasında dahi Allah Resûlü’nün ashâbına yumuşak davranması, onları affetmesi ve yeniden meşveret etmesi, mülayemetin insanları toparlayan, gönülleri bir araya getiren bir güç olduğunu gösterir. Bu tutum, hezimeti zafere dönüştüren bir iksir gibidir.

Mülayemetin sınırı ise hakkın hatırıdır. Sürekli aynı hatalarda ısrar eden, ikazlara kulak asmayan, kamu düzenini bozan ve fitneye sebep olan kimselere karşı tavır almak, hakkaniyetin gereğidir. Bununla birlikte müminin temel ahlakı, her hâlükârda hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin ve kavl-i leyyinle insanlara yaklaşmaktır. Diyaloğun esası da budur. İnsanları kazanmak, anlatılanlara kulak vermelerini sağlamak ve en azından düşmanlıklarının önüne geçmek için hilm ve mülayemetle aradaki köprüler tesis edilmelidir. Bu yaklaşım, muhatapla iltifat çizgisini gözeten zarif bir idraki de beraberinde getirir.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik" ayetinin mücessem bir tecellisidir. Mekke’nin fethinde kendisine kötülük edenleri affetmesiyle rahmetin ve hoşgörünün zirvesini sergilemiştir. Onun bu mülayemetiyle insanlar fevç fevç İslam’a girmiştir. Dün olduğu gibi bugün de İslam’ın yüksek ahlakı ve imanın hakikatleri fiillerle temsil edildiğinde, aynı tesir ve neticeler elde edilecektir. Bu sebeple mümin, her zaman rahmet timsali olma ufkunu gözetmeli, yürüdüğü yolda Allah Resûlü’nün maiyyetine erecek bir duruşun arayıcısı olmalıdır.

17. Vicdan Genişliği

Vicdan genişliği, iman, ilim, marifet, muhabbet, mehâfet ve diğergâmlıkla mamur bir gönlün, insanlığa karşı engin bir şefkatle açılması, herkese kalben yer ayırması ve herkesin ebedî saadetini arzulamasıdır. Böyle bir gönül, kendi aczini fark edip Allah’a yönelirken, aynı zamanda bencilce tavırlardan sıyrılır, enaniyetini aşar ve içtimai ruha uygun bir istikamette hareket eder. Her şeye Yaratan’dan ötürü bakan, her varlıkta ilahi tecellileri sezen bu ruh, zaman ve mekânla kayıtlıyken âdeta kayıtsızlığın üveyki hâline gelir, herkese yumuşaklıkla mukabele eder.

Vicdanı geniş bir mümin, insanlarla muamelelerinde peygamberâne bir üslup sergiler; herkesi sever, iyiliklerini diler. O, en küçük hatasında kendini hesaba çekerken, başkalarının kusurlarını bağışlamayı bilir; özellikle de kendisine kötülük yapıldığında, bunu öncelikle kendi kusur ve istihkakına bağlayarak değerlendirir, geriye karşısındakine ait az bir hisse kalmışsa onu da affeder. Gayz ve nefret yerine şefkati esas alır, tebessümle karşılık verir ve sevgisinin gücüyle muhatabını yumuşatır. Vicdan genişliğinin en belirgin alâmeti, afv u safh gibi güzel ahlaktır. Bu yüce ahlak, dualarda bile bencillikten uzak durmayı, tüm insanlık için hidayet dilemeyi gerektirir.

Öte yandan kötü ahlak, vicdanı daraltır; cehalet, kibir, kıskançlık gibi marazlarla gönlü büzüştürür ve insanı hodgâmlık dehlizine iter. Bu yüzden içtimai genişlik, fertlerin vicdanî enginliğine bağlıdır. Vicdanı imanla inkişaf etmiş bir fert, “ben” yerine “biz” diyerek kardeşlik duygusunu merkeze alır ve şahs-ı manevînin bir ferdi, ruh-u içtimainin bir mümessili hâline gelir. Nitekim Fâtiha Sûresi’nde tekrarlanan “İyyâke na’budu ve iyyâke nesta’în” ifadesi de bu içtimai ufka işaret eder. Her mümin, bu şuurla hareket etmeli, kendini ‘olmuş’ görmeden sürekli muhasebe hâlinde yaşamalıdır.

18. Cesaret

Cesaret, imanın izzetinden neş’et eden, zillet ve dalkavuklukla asla bağdaşmayan bir mümin sıfatıdır. Mümin, yalnızca Allah’a kul olduğu idrakiyle dik durur; riyakârlıktan ve menfaat uğruna eğilip bükülmekten uzaktır. Onun celadeti, şefkatle yoğrulmuş bir kahramanlıktır; zalime boyun eğmez, mazlumu ezmez. Bu izzetli duruş, kaba kuvvetle değil, vakar ve adaletle tahakkuk eder. Sahabe asrındaki şehadet arzusu ve Resûl-i Ekrem’in Huneyn’deki temsilî cesareti, bu ruhun en parlak misalleridir.

Müminin cesareti, haksızlık karşısında direnç, zorluklar karşısında sabırdır. Bu cesaret, mazlumu koruyan, düşmana dahi hayır dileyen bir yüceliktir. Ancak bu ruhun zıddı, vicdanı ölmüş bir fâcirde görülen zalimane cürettir ki merhametten mahrum bir tehdit unsuru hâline gelir. Cesaret, istihkâr-ı hayat ve ahirete yönelişle kıvam kazanır. Hayat tutkusu sönmüş, âhiret endişesiyle dopdolu bir mümin için korkuya mahal yoktur; onun için dünya, sadece ebedî saadetin tarlasıdır.

19. Beklentisiz Olma

Kur’ân’ın övdüğü ilk nesiller gibi, adanmış bir ruh da vazifeyi semereye bağlamaz; ne dünyadan bir karşılık bekler ne de âhiretten mükâfat talep eder. O, yalnızca Allah’ın rızasına kilitlenir; yaptığı hizmetlerin dönüşüne, teveccühe, başarıya yahut iltifata takılmaz. “İltifat marifete tâbidir” düsturuyla yürür; alkış beklemez, bilakis lâyık görülse dahi içten içe ürperir. Zira yaptığı her şeyi ubûdiyet şuuru içinde, sadece Allah için yapar ve neticeyi bütünüyle O’na bırakır.

Bu beklentisizlik ve adanmışlık hâli, hem gücün hem de ihlâsın kaynağıdır. Böylesi bir ruh, neticesiz kaldığını düşündüğünde ne hüsrana kapılır ne de kadere itiraz eder; aksine kendi kusurunu arar ve “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” diyerek yola devam eder. Dünyevî semereleri hedefleyen bir hizmet, semereler gelmeyince kırılganlaşır; oysa adanmış ruhlar için asıl hedef, yalnızca Allah’ın hoşnutluğudur. Onlar, Allah’ın meccânen verdiği bunca nimet karşısında kendilerini hep muhtaç görür; kullukta direnir ve bu hâli en büyük nimet bilirler.

20. Edep ve Nezaket

Edep; hâl, tavır ve davranış güzelliğidir. Kemalini Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’nde bulan edep, her müminin hayatında merkeze alması gereken bir ahlâk ilkesidir. Allah’a karşı edep, O’nun huzurunda bulunma şuuruyla hareket etmek; Resûlullah’a karşı edep ise, O’nun Sünnet-i Seniyyesini bütünüyle bir edeple takip etmek, söz ve fiilleriyle sergilediği yüksek ahlâkı örnek almaktır. Zira Sünnet’in tamamı edep demektir. Bu terbiyeyle yetişen sahâbe efendilerimiz, Peygamber Efendimiz’in huzurunda seslerini kısar, söz almadan konuşmaz, her davranışlarında derin bir saygı sergilerdi.

Kur’ân, her mümini Allah’a ve Resûlü’ne karşı edepli olmaya çağırır. Peygamber huzurunda ses yükseltmek, sözünü kesmek veya O’nun önüne geçmek, amelleri boşa çıkarabilecek kadar büyük bir edepsizlik sayılmıştır. Bunun yanında, müminin anne-babasına, ulemaya, Allah dostlarına ve insanlara karşı da edepli olması gerekir. Bu edep; Allah için sevmek gibi, Allah için saygı duymak, O’ndan ötürü muamelede bulunmaktır. Sahâbe nesli bu şuurla birbirine “efendi” diye hitap etmiş, hürmet ve tazimi hayatlarının tabiî bir parçası hâline getirmiştir.

Edep, lafzî bir nezaket değil; kalbin sesi, davranışın zarafetidir. İnsanın iradesini zorlamadan sergilediği bu hal, tabiatının bir derinliği hâline gelmelidir. Bir zamanlar toplumumuzda edep, genel terbiyenin ayrılmaz bir yönüydü; insanlar düşünmeden nezaketli konuşur, içtenlikle saygı gösterirdi. Bugünse kabalığın ve hoyratlığın arttığı çağımızda, insanlık yeniden bu inceliklere muhtaçtır. Zira edepten mahrum olan, Allah’ın lütfundan da mahrum olur.

21. İnsaf

İnsaf; hak ve hakikati, kimden gelirse gelsin kabul etmek; herkese adalet ve merhametle muamelede bulunmak; yalnız kendi hakkını değil, başkalarının hukukunu da gözetmek demektir. Bu fazilet, nefis ve hevese değil; vicdan, akıl ve evrensel değerlere bağlı kalarak en küçük hakka bile riayet göstermektir. Kişinin, kendi için arzu ettiği bir şeyi başkası için de dilemesi, gerektiğinde başkasına öncelik tanıması ve daima denge içinde hareket etmesi, insafın tabii neticelerindendir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insafı imanın esaslarından biri saymış; nefsin baskısına rağmen insafı elden bırakmamayı güzel ahlâkın bir rüknü olarak zikretmiştir.

İnsaf, insanın her zaman hakkın yanında durmasıdır. Bir konuda farklı hissedip düşünse bile, hakikate vâkıf olduğu an kendi nefsi aleyhine de olsa doğruda sebat etmesi bu faziletin gereğidir. İnsaf, sadece haklıyı takdir etmek değil; hata yapanın dahi taşıdığı iyilikleri görmeyi, suizandan kaçınmayı ve hüsnüzannı esas almayı da içinde barındırır. Hz. Peygamber’in içki sebebiyle defalarca cezalandırılmış bir sahabi hakkında, “O Allah’ı ve Resûlünü sever” buyurması, insaflı bir bakışın en güzel örneğidir. Bu misal, hata eden bir müminin gönlündeki bağlılığın ve potansiyelin görülmesi gerektiğini gösterir.

İnsaf, aynı zamanda hakkın hatırını her şeyin üstünde tutma gayretidir. Eleştirinin, gurur ve cerbezeyle değil; hakikati ortaya çıkarma niyetiyle yapılması gerekir. Nur Müellifi’nin ifadesiyle, haklı çıkmaktan ziyade hakkın ortaya çıkmasına sevinmek esastır. Münazaralarda, nefsin değil hakkın tarafında yer almak; muhatabın haklı olması hâlinde onu takdir edebilmek, insafın göstergesidir. Bugün başkalarını İslâm’a insafla yaklaşmaya davet ederken, bu duyguyu uyandıracak bir temsil sergileyip sergileyemediğimizi de sormak gerekir. Zira gerçek tebliğ, ancak insafı harekete geçiren samimi temsil ile mümkün olur.

Ayrıca Bakınız

Dış Bağlantılar